This is default featured slide 1 title

Go to Blogger edit html and find these sentences.Now replace these sentences with your own descriptions.

This is default featured slide 2 title

Go to Blogger edit html and find these sentences.Now replace these sentences with your own descriptions.

This is default featured slide 3 title

Go to Blogger edit html and find these sentences.Now replace these sentences with your own descriptions.

This is default featured slide 4 title

Go to Blogger edit html and find these sentences.Now replace these sentences with your own descriptions.

This is default featured slide 5 title

Go to Blogger edit html and find these sentences.Now replace these sentences with your own descriptions.

31 Mart 2013 Pazar

Nereye Gidiyoruz

Eşim ve çocuklarımla oturduğum akşam yemeği haber saatine denk geliyor. Hem günün gelişmelerini  öğrenmek hemde dünyada olup bitenlerden haberdar olmak için 1-2 tv kanalının haber bültenini takip etmek istiyorum. Yayın başlar başlamaz, günün sıcak gelişmelerinde önceliği terör olayları, trafik kazaları yada şiddet haberleri alıyor.


Toplumda şiddet olayları o kadar artmış ki artık yeni bir kavram türemiş, “şiddet kültürü”. Halbuki kültür deyince aklımıza olumlu, herkesçe benimsenen söz ve davranışlar gelmesi lazım değil mi? Eşini sudan sebeplerle döven yada çocuklarının önünde gözünü kırpmadan öldüren bir baba! Kendisine yan gözle baktığı için aynı yaşlardaki arkadaşını mezara, kendini soğuk demirlerin ardına gönderen bir liseli! Dünyadaki herkesten, her şeyden çok sevdiği ama sevgisine karşılık alamadığı için sevdiği insanın kafasına kurşun sıkan bir sevgili! Not yada devamsızlık nedeniyle tartıştığı öğretmenini bıçaklayan bir öğrenci! Çok gülerek ya da ağlayarak gürültü yapan evladını haşlayan bir baba! Kendisine karıştığı ya da istediği kadar harçlığı vermediği için anne-babasını öldüren bir evlat! Oğluna istedikleri kızı vermediği için kız tarafını kurşun yağmuruna tutan bir dünür adayı! 5 TL borcunu vermediği için kafasına taşla vurarak öldüren bir arkadaş! Liste daha uzayarak gidiyor. Biraz önce bahsettiğimiz “Kültür” kavramının aktörleri bunlar. Bu kavramla bu insanları aynı cümle içerisinde kullanmak hiç yakışmıyor.


Nereye gidiyoruz? Niye bu tahammülsüzlüğümüz? Niye biraz sabredemiyoruz? Neyi paylaşamıyoruz? Bizden olmayana, bizim gibi düşünmeyene, bizim gibi görmeyene yaşam hakkı vermemek bize verilmiş bir hak mı? “Yaradılanı yaradandan ötürü sevmek” Yunus Emre’ye , “Ne olursan ol yine gel” Mevlana’ya, “Eline, beline, diline sahip olmak” Hacı Bektaşi Veli”ye kalmış.


Kelime anlamı “Sevgi”, “Barış” ve “Kardeşlik” olan bir dinin mensupları olarak, Allah’a verdiğimiz söze ne kadar sahip çıkmışız, “Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız.” diyen peygamberin ümmeti niye olamamışız. Bunlar hepimizin düşünmesi ve önlem alması gereken şeyler. Yarınlarımızı bu şiddet ve kaos ortamından korumanın yolu, önce devlet büyüklerimizin alacağı önlemlerden geçiyor. Tabi bizler de yakın çevremizden, komşularımıza aynı havayı soluduğumuz, aynı gökyüzüne baktığımız aynı geleceği paylaştığımız insanlara sevgi ve hoşgörü ile yaklaşmayı öğrenebilmeliyiz. İyiden, iyilikten yana olmak, insan olmanın da gereği değil mi?


Alper TÜRKOĞLU



Nereye Gidiyoruz

30 Mart 2013 Cumartesi

Neden Kendinle Savaştasın?

Amaç denen şey bazen iki dağın arasından doğan güneş gibi pırıl pırıl bir güç kaynağı, kimi zaman göğün gürlediği yerle göğün birleştiği anda rüzgarın önünden kaçarak camda dans eden iki damal yağmur tanesi, kimi zaman bir annenin dokuz ay canını dişine takarak yüreğinde dolaştırdığı yükünü bırakıp, çocuğunu dünyaya getirişidir. Can bulan bu çocuğun amacı ise, annesinin kucağında sıcak bir köşe bulmak, oraya sığınmak, hayat denen girdaba atılmadan güç toplama kaygısıdır, diye düşünüyorum. Köşedeki tükürük-köftecisinin ideal olarak algıladığı amacı ise, bir an önce köftelerini satıp, kendisini gece kondusuna atmasıdır.


Yıllarca gizli kalan bir gerçek, hepimizin dile getirmekten korktuğumuz bir sır vardır. İdeal sanılan bazı duyguların saman alevi gibi çabucak sönmesi, hedeflerin bir çerçeveye sığacak kadar küçülmesi, cüceleşmesidir, becerdiklerimiz.


Bazen kendi kendime; “…Neden uzun kollarıyla insan yıldızlara ulaşıp onları gıdıklamıyor, neden kapalı kalmış esrarlı kutuları açmaktan korkuyor? Neden kendimizi yürüyen, erdemli bir bilgi bankası olarak yetiştiremiyor, olanla yetiniyor, elimizde avucumuzda olanı da kaybederek, hatamızı kabul etmek cesaretini bile gösteremeden “kader” denen şeye sığınıp, varlık içinde yokluğumuzla kavruluyoruz?” şeklinde düşünüyor ve bu karmaşık sorulara cevap bulmaya çalışıyorum.


Eski, yıpranmış ve işe yaramayan yolardan gitmek kolayımıza geliyor. Yeni yollara, yeni ufuklara ve yeni umutlara neden yelken açamıyoruz? Neden, yelkenlerimizi rüzgara göre ayarlamayı bilemiyoruz?


Okumuzu neden yıldızlara değil de, kısa döngülere, dar açılar ve çerçevelerin içinden bodur, çelimsiz “ağaç” ların başına nişan alıyoruz. Bir Kızılderili reisin, “okunu bulutlara nişan alan, ağacın başına nişan alandan daha yüksekleri vurur…” dediği gibi, neden doğru olanı “Çin de olsa arayıp bul…” muyoruz?


Büyük ideallerimizi neden, zaman-zaman eski sandığımızdan çıkarıp, yine korkuyla başka bir sandığın tozlu çıkıları arasına gizlice tıkıştırıyoruz? Neden kendi büyüklüğümüzden korkarak, büyük düşünemiyoruz?


İdeallerimizi, neden gün ışığına çıkarmaktan korkuyor, bu korkuyla yıllar boyu idealsiz ve umutsuzluk içinde yaşıyoruz?


Dünya, “ideal” denen güçlü sütunların üzerinde yükselmektedir. Bu güzelim dünya, ideal ve amacı olmayan bazılarına göre yaşamaya değmeyen ve içinde yaşanması güç, “kahrolası bir mekan” dır.


İnsan ömrüne renk katan ideal, ufuktan henüz yükselmeye başlayan güneşin, soluk benizli gökyüzünü yırtıp, parçalaması kadar muhteşemdir. Hayat, idealle güzeldir. Hayat denen bir yudumluk ömür, bazılarına göre “çekilesi bir şey değil” dir. Belki bu yaklaşım doğrudur, ama yine de birilerinin onu yaşaması gerek.


Bazen, niyetsiz bir dehşet, bazen esprili bir bekleyiş ve bazen sancılı yüzlerin yansıdığı bir aynadır, hayat. Hayat, bazen bir yaprak üzerinde sabahın çiği, bazen yürekten  bir kahkaha ve bazen kör bir  kurşunun ucunda sönüştür.


Amaç öyle bir durum sergilemeli ki, kehanetin duygulara esir düşmüş acılarını, azat olan düşüncelerini ak kağıt üzerine dökebilmeli insan. İnsanın idealine uzanan elleri, güneşin güçlü ışıkları gibi, renksiz bulutların arasından fırlayarak, “keder” denen desteyi sımsıkı kavramalı. Bu noktadan bakıldığında hayat denen gizem, varılması zor bir zirve ve ona uzanan eller öpülmeye layık olmalıdır, diye geçiriyorum içimden.


İdeal, amaç ve hedef öylesine güçlü bir duygu haline gelmelidir ki, güneşin ayı bırkamayıp peşinden ağlaması, yeni doğmuş bebenin “bal akan” anne göğsüne yapışır gibi sarılması, kışın sonbaharı, yazın ilkbaharı takip etmesi gibi düzenli bir düzen içinde olmalıdır diye bazen “hayat” adlı günlüğüme kısa notlar düşerim, kalemsiz.


İdealim, umutların her şeyimdir. O, bazen nemli kalan göz yuvalarımdan yuvarlanan üç damla göz yaşım, bazen kendini, yalnızlığın kollarına bırakan yalnızlıklar içinde tükenen gecemdir.


İdealime ulaşamayacağımı düşündükçe dizlerimin bağı çözülür. Kalbim tökezler. Nefesim kesilir.


Benim idealim, güneşten, zorla koparıp aldığım kucak dolusu ışık destesidir. Bu ışık destesiyle yolunu bulan idealim, büyük harfle başlayan. virgül ile devam eden, nokta ile son bulan, adına “hayat” dediğm, bir yudumluk ömrümün ana kaynağıdır.


Sevda ÖNCÜL


 


 


 



Neden Kendinle Savaştasın?

29 Mart 2013 Cuma

Bir Adam, İnsanlar ve Ben

Sonra orda olup olmadığını kestiremediğim adama “İstediğin ne?” diye sordum.

“Gitmek..” dedi.

Gitti…

Nereye, ne tarafa gitti bilmiyorum. Çok farklı yerlere gitmiş olmalıydık. Bende bilmiyordum nereye gittiğimi. Yolu bulabilirsem eve gidecektim. Uzun zaman olmuştu yatağımda uyanmayalı.


Ve eğer yatağımı bulabilirsem hiç bir şey eksiltmeden, bütün herşeyimi yatağa yatıracaktım. İnsanın kendi yatağında uyanması kendini özel hissetiriyor. Kendine ait bir yer, kendisininkinden başka hiç kimsenin giremediği bir mabet.


Çok karışıktı aklım, saçım.

Çıplaktım, üşüyordum.

Hava soğuk değildi ama üşüyordum. Çıplaktım.

Deniz yakmıyordu ama çıplaktım.Üşüyordum.

Biraz önce yaşadıklarımı gerçekten yaşamış mıydım bunu düşünüyordum. Neden konuşurken hep istediğim cevapları alıyordum? Yoksa gerçekten konuştuğum biri mi vardı?


Kaçışlarım vardı. Hem de büyük kaçışlar… Bunlardan neden bahsetmedi? Ya da neden bahsetmedim?


Dörtte üçü hayat marifetiyle alınmış biri olarak, geriye kalanın da dörtte bir olduğunu düşünürsem bu soruların cevabını veremeyeceğimi yeni anlamıştım. Bunu anladığımı ise hiç bir zaman bilemicektim.


Düşündüklerimden sıyrılmaya başladıktan sonra düşünmediklerim ağır gelmeye başladı. Düşünmeden yürüyemiyordum. Alışmamıştım düşünmemeye.


Tam o sırada yani düşünmemekle yürümek arasında sıkıştığım anda bir ses duydum. İnsan sesi değildi ama insan sesi olmasını o kadar çok istedim ki…


Değildi…


Bir org sesiydi duyduğum. İçinde acıdan çok pişmanlık barındıran bir melodi. Sese doğru yürümeye başladım. Sonra koşmam gerektiğini hissettim.


Bunu niye hissettim bilmiyorum ama hissettim ve koştum. Saat, geceyle sabah arası bir vakitken, gece bitmemiş sabah olmamışken, sabaha daha çok varken o adamı gördüm. Org çalan adamı. Başında eski bir şapka vardı. Sakallarını yedi yıldır kesmemiş olmalıydı. Uzun ve bakımsız sakalları vardı org çalan adamın. Kimse adama bakmıyor-du, kimse de adamın umrunda değildi zaten. Adam çaldığı melodinin dışında hiç birşeyle ilgilenmiyordu. Sanki çalmıyordu, yaşıyordu. Yanına oturdum sessizce. İstesem de sesim çıkmazdı. Onun için ben de “herkes” tim, bana da bakmadı. Herkes gibi. Sadece dinledim. Dokuz kez dinledikten sonra farkettim adamın hep aynı melodiyi çaldığını.


Karışıktı aklım, saçım.


Bi ara durdu. Elinin terini üstüne sildi.  Üstü kirliydi, daha çok kirlendi. Bir sigara uzattım, aldı. Hiç konuşmadı. Benim gibi. Son sigaram değildi. Öyle olsa vermezdim. Verdim. Sigarayı vermemle alması gizli bir anlaşma içinde gerçekleşti. Sigarasını yaktım. Devam etti çalmaya. Ne anlatıyordu çalarken ya da bir şey anlatmak istiyor muydu bilmiyordum. Bir ara gözlerine baktım, o bana yine bakmadı. Anlatmak istedim herşeyi. Biraz önce yaşadıklarımın gerçek olup olmadığını sormak istedim. Sordum da.


Adam biliyordu beni. “Bi sigara veersene.” dedi önce. Verdim. Çalmayı bıraktı. Sanki hadi anlat biran önce de yaşamaya devam edeyim diyordu.


Sonra anlattım ama yarım. Adam suskunluğunu bozmadı. Eşyalarını topladı, orgunu kolunun altına sıkıştırdı. Ayağa kalktı. Hiç konuşmadan arkasını döndü, benden çok uzağa yürümeye başladı. Benim hiç bir zaman gidemeyeceğim kadar uzağa yürümeye başladı. Benim hiç bir zaman gidemeyeceğim kadar uzağa.


Ben kaldım. Ama aslında orda yoktum.


İnsanlar geçiyordu önümden bir sürü asık suratlı insan…


Org çalan adam gözden kayboldukça asık suratlı insanlar çoğaldı. Aslında bende o insanlara çok yabancı değildim. Yabancılık çekmedim gülmemek için.


Uyumak istiyordum artık. Uykum yoktu ama uyumak istiyordum. Yatağımı özlememiştim ama kendi yatağımda uyanmak istiyordum.


Yavaş yavaş doğrulmaya çalıştım oturduğum yerden.


Önce yalpaladım biraz. Sonra dengemi kurmayı başarıp ayağa kalktım. Ama hala kendime gelememiştim.


Yolunu hatırlamadığım evime doğru yürümeye başladım. İnsanlar arasından geçtim. Hepsinin gözüne baktım. Acaba biri de bana bakar mı diye. Hiç biri bakmadı. İnsanlar hiç bitmiyordu. Yürüdükçe yenileri , başka asık suratlı insanlar çıkıyordu karşıma. Onlarda biri olduğumu bilerek ama evimin yolunu bilmeyerek uzaklaştım odan.


Onur SARIGÜL



Bir Adam, İnsanlar ve Ben

28 Mart 2013 Perşembe

Otobüs

Yolların belki de hiçbir zaman birkaç cümleyle anlatılamayacak can alıcı etkisi iyice çökmüştü üzerine. Binbir düşüncenin saldırısına uğrayan beyin artık onun değildi, yok! artık ne düşünceleri ne de yargıları onun için işlemiyordu. (çorak bir tepenin yanından geçiyordu yol, rüzgar tozları savuruyordu umarsızca) “İkilem, yani insanın içinden çıkamadığı her kavramın iki boyutu aslında iki ucu keskin bıçaktır. Tutmaya çalıştığında tek ihtimal kandır… “İkilemlerini düşündü bir an.(otobüs hafifçe bir yokuşu  tırmanıyordu, yavaşlamıştı) Sanli tüm yükü çeken oydu ve o yoruluyordu otobüsle beraber. Bir anda aklına bölük  pörçük aynı şeyler geldi. Defalardır  peş peşe, ard arda gelen. Aynı  sahneden ne de sıkılmıştı oysa ama geliyordu işte aklına. Ellerini ovuşturdu, terlemişti. Oysa sıcakta değildi içerisi. Otobüs hızla bir inişi inmekteydi. Şiiri düşündü bir an, anlamlı mısraları… Sonra ne kadar anlaşılmaz olduğunun bir kez daha farkına vardı. Şafaklar mı geçiyor  her yirmi dört saatte bir? kim demiş! kim demiş be!  ne şafağı? Yıldırımlar değil midir her akşam üstü  yüreklerimizi dağlayan . Soğuyan  bir volkan burukluğundaydı adeta cümleler. Aslında otobüslerde uyumasını severdi ama bugün uyuyamıyordu işte. Belki yüzlerce defa baştan sona dinlediği şarkılardan  tınılar canlanıyordu kulaklarında. Bir an  her şeyin onu kızdırmak için, yıldırmak için bir biriyle anlaştığını tahmin etti ama sonra bu fikrin dokuz yıl önce de aklına gelip gittiğini anladı. Bir tek küçük jetonu vardı ve evi arayacaktı. Fakat işler ters gitmişti bir an. Yanlış bir numara düşmüştü . işte o zaman  her şeyin onun aleyhine çalıştığını düşünmüştü. Şimdi de nerdeyse öyle düşünecekti. Acıdan  arda kalmış bir şeylerin birikintisiydi galiba bunlar. Seslerden arda kalmış nice çılgınca düşünce peş peşe kıvılcımlanıyordu. Rüzgarlardan arda kalmış bir serseri çığlık delice koşuyordu. Elbiselerini dünden hazırlamış bir yalancı mevsim tutmuş çocuklarının ellerinden gülümseyerek ve sanki bir işi varmış gibi geliyordu. Konserlerden geçiyordu yollar. Kulakları parçalarcasına gitar sesleri. Hayatlarında ilk defa el ele tutuşan gençleri gördüğünde ağlamak mı  gülmek mi istediğini anlamazdı hep. Ses gittikçe yaklaşıyordu. Gitar değildi galiba. Yanık bir ney falan da değildi. Peki neydi bu ses? Hoş olmasına hoştu ama bir türlü anlamamıştı doğrusu. Titreyen ve içten gelen bir sarsıntıya benziyordu. Kulaklarını kabarttı ve dinledi. Bahar mevsimini gördü bir an. Sonra anladı ama anlamamazlıktan geldi. Apaçık işte o zamandı. İyi de zamanlar geri gelmezler ki? “O kim demiş? işte biz geldik.”   Gitarın hem konuşup hem de çalmasına şaşırmıştı ama gerçekten de burada her şey bir şaşkınlıktı. Akşam, ışıklar ve dostlar.


Otobüs sarsıntılarla ilerliyordu. Uyandığında tek tük ağaçların yanından geçiyorlardı. Rüyalarla gerçekler arasındaki benzerlikleri düşünmek bazen  hayal kurmak gibi gelirdi ona. Sadece yaşandıkları anları değil, belki geleceği de kapsarlar. Gerçeklerde öyledir ama gerçekler daha mütevazıdır. Rüyalarsa daha sabırlı. Tek işi  kıvrılarak uzanmak olan şu yol, acaba  kendi geçmişini bilir mi? Saçmalıyorum galiba. “yooo! O sadece çevredeki insanların sana vereceği cevaptır.” O halde saçmalamak sadece kişinin kendi düşüncesine bağlı mıdır? soru sormamak gerekiyor artık. Gitar da dinlememek gerekiyor. İyi de ne yapmak gerekir? Soru yok!


Zaman hızla akıp gitse belki de hayat daha sevimli gelirdi. Çünkü kısa şeyler her zaman caziptir. iyi de cazip olması hayatın güzel olması anlamına gelmez ki. Uzay da caziptir ama Plüton’da yaşamak zevk vermez kimseye. İki ucu keskin bıçak. Tek sonucu olan paradoks. O halde paradoks değildir.  Bir şeyin doğruluğu sadece ispatlanana kadar mı sürer? Paradokslar bir sonuca varınca paradoks olma özelliğini yitirirler. O halde bir kavram özünü bulmak için değişmelidir, yani ilk özünü kaybetmelidir.


Devam edecek…


Müslüm DOĞMUŞ


 



Otobüs

27 Mart 2013 Çarşamba

KİLİTLİ KAPILAR

Hayat, birbiri ardına açılan kapıların arasında yapılan bir yürüyüş misali… Bir sonraki kapıda bizi nelerin beklediğini öğrenmek için kapıları sırasıyla açmak zorundayız.


İnsanların karşısına ilk çıkan kapı yaratılış kapısıdır. “Andolsun ki biz insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık.” Hicr suresinin 26. ayetiyle yaratılış kapısı açılmıştır.


Yaratılış kapısının açılmasıyla birlikte ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem (as) yaratılır. Böylece insanoğlunun dünyadaki uzun ve yorucu hayat yolculuğu başlar. Bu dünya yolculuğunda açılması gereken birçok kilitli kapı vardır.


Açılması gereken ikinci kapı insanoğlunun neden yaratıldığıdır. Bu kapıda Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” Zariyat suresi 56. ayeti ile açılmıştır.


Yüce Allah’a (cc) ibadet için yaratılmış olan insanın karşısına bazen dert kapıları, bazen hastalık kapıları, bazen fakirlik kapıları çıkacaktır. Bu kapılar sabır ve dua anahtarları ile açılır. Bazen de insanların karşılarına mutluluk, zenginlik kapıları çıkacaktır. Bu kapılarda şükür ve ibadet anahtarları ile açılır.


Uzun hayat yolculuğunun sonunda insanların karşısına ölüm kapısı çıkar. “Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak kötülük ve iyilikle deneyeceğiz. Hepiniz de sonunda bize döndürüleceksiniz.” Enbiya suresinin 35. ayeti ile birlikte ölüm kapısı Azrail (as) tarafından açılır. Ölüm kapısından içeriye korkarak giren insanın yanına daha önceden hiç görmediği varlıklar gelir. İnsanlar bu varlıklar ile birlikte uzun bir yolculuktan sonra ahiret yurduna gelir. Burada  insanlar bir meydanda toplanmış şaşkınlık ve heyecan içinde beklemektedirler.  Meydandaki şaşkın ve heyecanlı insanlar sırasıyla uzun ve dar bir köprüden geçmeye başlarlar. Bu köprünün üstünde de birçok kilitli kapı vardır. Bunlar, namaz kapısı, oruç kapısı, hac kapısı, zekat kapısıdır. Köprünün sonunda ise iki tane büyük kilitli kapı vardır. Bu kapılar Cennet ve Cehennem kapılarıdır. Şaşkın ve heyecanlı olan insanların akıllarında tek bir soru vardır.


Acaba açılacak olan son kapı hangisidir?


Muhammet ELMAS
Kimya Öğretmeni



KİLİTLİ KAPILAR

25 Mart 2013 Pazartesi

Burası Benim Perişanlığım

Burası benim güzel yüzlü baharım. Umutlarımın ve hayallerimin filizlendiği yer. Burası benim gençliğim. Emellerin ardına takılıp da gücümün tükendiği ve umutsuzluğun acı yüzüyle karşılaştığım yer.


Aşk olsun demekler aşk olmazmış, dolmazmış yüreklere anladım. Sevgi de yetmezmiş, anlamını kaybedermiş hayat, kaderle yüzleştiğinde.


Hayaller, dünya denen dişleri dökülmüş fahişenin cilveleriyle boğulup gidermiş de yine de ulaşılamazmış derin sevdaların huzuruna. Zor değil mi durup durup kabaran arzuları teskin etmek ya da yaprağını kaybetmiş çiçek gibi kalıvermek ortalıkta. İki fincan sade kahveye benziyor aşklar, hayaller, güzellikler sonra soğuyorlar gittikçe, anlamsızlaşıyorlar, acı vermeye başlıyorlar kalbimize buz gibi dayanılmaz tepinmelerle. Yumuşak bakışlı dost temennileri de faydasız.  Ağlıyor, susuyor, üşüyoruz buralarda. Burası bizim perişanlığımız ne çare! Kaderin vicdanına sürükleniyoruz sırasıyla… Karanlığa bürünüyor hayaller, tek tek yok oluyor, sonra dönmemecesine uçup gidiyorlar. Ardı sıra yaptığımız sisli bakışlar da umutsuz. İdealler hayatın içinde saklanıyor. En üstleri mesken tutmuşlar, kendileri buradalar ama görünmüyorlar kimseciklere. İç çekiyoruz derinden, anlatmaya başlıyorlar yukarılardan, kulaklarımız korkunç bir uğultu ile duyamaz oluyor. Başımızı kaldıramıyoruz esaretten. Sema… Semayı bir bulabilirsek kavuşacağız belki sevdaya ama açmıyor gökyüzünü kara bulutlar, görünmüyor yollar, bulunmuyor doğrular. Mütemadiyen üşüyoruz, hayatı anlıyoruz, üzülerek susuyoruz ve yine gülümseyerek bakıyoruz bu kirli, iğrenç dünyaya…


Sensizliğin kor ateşinde yandığım, yalnızlığın soğuk yüzüyle tanıştığım yer…


Hayallerin yitip gittiği, özlemlerin sancısını çektiğim yer; burası… BURASI BENİM GENÇLİĞİM…


Şeref KORKMAZ



Burası Benim Perişanlığım

Anlatamam Sen Anla

Anlatamam sen anla

Ben bendeki beni yaşayamam bu dünyada

Canım yana yana, içim kanaya kanaya susarım

Hıçkıra hıçkıra ağlarım çoğu kezde

Ama anlatamam sen anla.


Bağıra bağıra yürürüm, kimsesiz kaldırımlarda

Selam veririm uçan kuşa, yüzen balığa…

Dalgalarına saklanırım denizin yalnızlığımda

Ama anlatamam sen anla.


İçimdeki gizle sürükleniyorum esen rüzgarda

Kasırgalarda çarpıyorum görünmez duvarlara

Zamanla yarışıyorum onu hiçe sayarcasına

Yürüyorum, susuyorum, uçuyorum içimin karanlığında

Ama anlatamam sen anla.


Yasenur UÇAR (11.Sınıf)



Anlatamam Sen Anla

Duy Beni Allahım

Ey Allah’ım bu ne hız?

Bu kadar çabuk geçen zaman niye?

Vakit yeter mi böyle insanın hayal ettiklerine?

Bir bakışı çözmeye çalışırken insan bu alemde

Saliseler saniye, saniyeler dakika

Gözlerim açılıp, kapanırken zamanda

Bir bakmışım gelmişim sona.

Ağzımda dişim yok, gözlerimde fer

Bekliyorum Azrail’i gidiciyim bu sefer

Mutluyum Allah’ım sana kavuşacağım için,

Yaşadım ben dünyada yanına gelmek için.

Ettim duamı, çektim acımı, tattım mutluluğu,

Anladım zamanı, tanıdım insanları, yaşadım dünyayı

Ayrılma vakti geldi bu hayattan

Kavuşma vakti geldi sana…


Seni hayal ettim, seni düşündüm, seninle konuştum hep zamanla

Sen en büyük yoldaş oldun, en büyük dinleyici

Yalnız kaldım sana geldim, el açtım dua ettim.

İki damla yaş oldun aktın yanaklarımdan

İki damla yaş oldun mutlu oldum.

Adını duydum içim titredi, sözlerini duydum doğruyu buldum

Tövbe ettim kapına geldim.

Yalvardım sana af diledim.

Zaman çabuk geçti hayat çabuk bitti.

Affet Allah’ım affet beni

Bendeki bu canı almaya senden başka kimin gücü yeter ki?


Yasenur UÇAR (11.Sınıf)


 



Duy Beni Allahım

Kitabı Yaşa

Kitap…

Ruhunun huzur bulduğu, kendini bulduğun, kendini gördüğün, içinde senin hayatından izler taşıyan insanların ortak yaşamının dünyası. Farklı hayatlara tanık olmak, farklı sularda yüzmek, aynı gökyüzünde farklı insanlarla aynı güneşe gülümsemek. Kitapların yeri bambaşkadır insan yaşamında. Alır götürür seni, yaşanmışların ya da hayallerin ortasında bulursun kendini. Bazen acı çekersin onlarla beraber, bazen gülersin mutluluklarına. Raskolnikov’un yırtık pantolonuna acırsın çoğu kez. Pişmanlığıyla sende pişman olursun. Yaşarsın her duyguyu onunla beraber. Jean Voljean’ın kürek cezasıyla burkulur için çoğu kez. Yazar öyle bir dünyaya daldırır ki seni, öyle güzel anlatır, öyle güzel tat verir ki sana, elinden bırakamazsın kitabını. Nasıl susuyorsan, acıkıyorsan, uyuyorsan kitap okumaya da acıkırsın, susarsın. Oturduğun yerden bir annenin gözündeki yaş, içindeki sızı, bir çocuğun diz kapağındaki yara, bazen bir dilim ekmek, bazen bir bardak su olursun kitapla.


Kitapsız hayat anlatılamaz. Bir kere tadına vardın mı, alıştın mı en büyük yoldaş olur yoluna. Görmen için göz, hissetmen için parmakların, duymak için kulakların olur, vazgeçemezsin. Öyle bir tutkudur ki; yokluğunu ararsın biraz uzaklaştığında. Siyahıyla, beyazıyla bir düşüncenin etrafında toplanırsın. Yeni kapılardan girersin, yeni dünyalara açılırsın, yeni lezzetler tadarsın, yeni insanlar tanırsın kitaplar sayesinde.


Ah kitaplar! Hayatıma anlam katan, güzelliklerin toplandığı, usta kalemlerin, eşsiz sanatları. Kimi zaman Batı’nın sokaklarında gezindiğim, kimi zaman Doğu’nnu sert rüzgarlarına göğüs gerdiğim zamanlar. Bazen bir amcanın bastonu oldum, bazen de bir karıncanın yuvasına götürdüğü bir lokma oldum.


Anlatılmaz yaşanır kitaplar. Her kelimesi, her noktası, virgülü ile.  İki nehri kavuşturur, iki hayatı birleştirir, yaraları iyileştirir, olmazı olur yapar, insanı mutlu kılar. Ders verir, hayatı öğretir, zamanı anlatır, bazen derin derin düşünmeye sevk eder insanı. Farklı yaşamları, farklı insanları tanımamıza vesile olur kimi zaman. Yaşın ne olursa olsun, kitaplarla dost ol. Onların dünyasına gir, oradaki mevsimleri yaşa, ilkbaharda açan çiçek,yazın gölge veren ağaç, sonbaharda dökülen yaprak ol. Kitabı kalbinde, içinde hisset, hücrelerinde yaşa. Ne olursa olsun, her zaman kitabın,dostun olsun yanında.


Yasenur UÇAR (11.Sınıf) 


 


 



Kitabı Yaşa

24 Mart 2013 Pazar

Kütüphaneler Haftası İle İlgili Yazı

Çok sayıda kitabın, ansiklopedinin, eski dergilerin ve süreli yayınların okuyuculara ulaştırılması amacıyla kurulmuş olan yerlere kütüphane denilmektedir. Teknolojinin ilerlemesi  ile ortaya çıkan diğer iletişim araçları ve bilgi kaynakları da kütüphanelerde kullanılmaya başlanmıştır. Kitaplar ve diğer yayınlar; CD, DVD  gibi manyetik kayıt ortamlarına aktarılmış, internet üzerinden de faydalanılabilen büyük veri tabanları oluşturulmuştur. Belli bir ücret karşılığı abonelik yoluyla yararlanılan kütüphanelerin yanında, kaynaklarını öğrenci ve okuyucularına ücretsiz  olarak sunan kütüphanelerde elektronik ortamda yerini almıştır.


Kütüphanelerdeki veri kaynakları ve kitaplarının okuyucu ya da araştırmacıların hizmetine sunulması M.Ö. 2000 yıllarına, Asurlular’a dayanmaktadır. Ülkemizde tarihi, büyük kütüphanelerin varlığı, Osmanlı Devleti’nin okumaya ve kitaplara verdiği önemi göstermektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren; okumaya, öğrenmeye yapılan yatırımlar arasında kütüphaneler de önemli yer tutmuştur. Milli kütüphaneler, halk kütüphaneleri, üniversite kütüphaneleri, okul kütüphaneleri açılarak, okuma ve araştırmaya hevesli öğrenci ve halkın bu imkanlardan faydalanması sağlanmıştır. Ülkemizde devlet ya da özel, ilk ya da orta dereceli tüm eğitim kurumlarında açılan kütüphaneler sayesinde, gelecek kuşağın kitaba, okumaya olan ilgisinin daima taze kalması hedeflenmiştir.


Kütüphanelerin önemini anlatmak, kütüphane ve kitaplardan nasıl faydalanılması gerektiğini hatırlatmak amacıyla ülkemizde her yıl Mart ayının son Pazartesi günü başlayan hafta “Kütüphaneler Haftası” olarak kutlanmaktadır. Bu haftada ilk ve orta dereceli öğrencilere kütüphane gezileri düzenlenmekte, bilgi arama ve araştırma yöntemleri gösterilmektedir. Kitap okuma alışkanlığının devamlılığını sağlamak, kütüphanelere gerekli değerin verilmesi ile mümkün olacaktır. Kütüphanelerin kurulması, korunması ve geliştirilmesinde katkısı olan herkese şükranlarımızı sunuyoruz.



Kütüphaneler Haftası İle İlgili Yazı

23 Mart 2013 Cumartesi

Gece Kızıla Boyandı

Yatağı hazırlandı, gömleği geçirildi sırtına. Ya Yusuf’un göleği gibi yırtıktı, ya da her an batan bir dikenli teldi sırtındaki. O da bilmiyordu. Çünkü uykudaydı. Uyanmayı bekliyordu. Denilmişti ki: “Beklerken bütün sonlara hazır ol…”


Gökten süratle yere düşüyordu. İçine hava doluyor, yüreğini havalandırıyordu. Müthiş bir hızla yere çakıldı. Toz, duman, biraz da acı ama hoşuna gitmişti hani.


Tuhaf memleketti. Kendi memleketine benzetti bir an, anladı ki farklı bir havayı soluyordu. Kendisine verilen bembeyaz sandığı daha kolay taşınabilir ve yine beyaz bir sandıkla değiştirdi. Çok mühimdi o, kaybetmemeliydi sandığını. Çünkü herşey o sandığıydı. Onu yitirirse kendini de yitirmekten korkuyordu.


Geceydi, iyice heyecanlandı. Karanlığı hiç bu kadar yoğun yaşamamıştı; gökyüzünde hiç ışık yoktu. Bulutlar kapatmıştı herhalde ayı, yıldızları. Sessizlik bu kadar keskinini daha önce hiç görmemişti. Bir sis gibi çökmüştü çığlıkların üzerine. Bu mekanın hareketsiz kocaman vücudunu irkiltecek ne bir kedi sesi ne de saat sesi vardı.


Ağaçlar titriyor, çiçekler kabus görüyordu. Sokakta tek bir köpek, havada tek bir kuş yoktu. Her yerde binalar vardı ama pencerelerden ışık sızmıyordu.


Şehir siyahtı…

İlk kez ellerindeki çöpü göstermeye korkuyordu, batmak üzere olan gemiden filikaya geçmek için çöp seçen tayfalar. İskele tarafında ses çıkarmadan denize bakıp ağır ağır nefesleri tükenmek üzereymişçesine soluk alıp veriyorlardı.

İlk kez bir arabaya bindiği an korktu insanlardan. Çalmıştı, ilk kez memurluk hayatında görevini yapmaktan korkuyordu eli silahında duran polis. Her yer polis doluydu ama bu kalabalık onun korkmasına engel olamıyordu.


Uzakta bir mezarlık gördü. İçi geceden daha karanlık bir kederle doldu. O mezarlığa gideceği günü düşündü. Yüzü düştü. Eflatun giysili bir çocuk ıslık çalarak, neşeyle mezarın yanından geçip ona geldi.


Sordu: “Oradan nasıl böyle geçebiliyorsun?”

Dedi: “Herkes suya kandı, balıktan başka…”

Ses geldi:”Solucana kananın

Yoktur hakkı

Suya kanmaya!”


 


Devam edecek…


M.Taha BAŞARAN  (19 Mayıs Üniversitesi)



Gece Kızıla Boyandı

Dil ve Kültür Düşmanlığı

Kültüre ve dile düşmanlık… Olur mu böyle bir şey? Evet böyle bir şey var ve çok saçma. Ama var ne yapalım? Kültürünü ve kültürün en önemli unsurlarından olan dilini sevmemek… Buda yetmiyormuş gibi onu yok etmeye çalışmak.


İşte bu bizim acı gerçeğimiz. Biz diyorum, belki hepimiz değiliz dilimize düşman olan ama onlar içimizden birileri ve biz onlara karşı çıkıp dilimizi korumadıkça biz de dilimize düşman olmuyor muyuz?


Dil bizim en büyük sorunlarımızdan biri. Bazen düşünüyorum da iyi ki AB’ye girmek için böyle bir sorunu halletmemiz istenmiyor bizden. Yoksa daha asırlar beklemek zorunda kaldırdık AB yolunda. Belki de iyi olurdu. İdam cezası gibi kaldırılması imkansız bir cezayı çok kısa bir sürede çıkardığımız bir kanunla kaldırdığımız gibi. Türk Dilini koruma kanunu da çok kısa bir sürede çıkarabilirdik. Bundan sonra da “Türkçe Off” gibi kitapları değil de “Türkçe inn” veya “Türkçe Ohh” gibi kitapları okurduk.


Böyle bir yazı yazma ihtiyacına beni sevk eden olay şu oldu: Geçen haftalarda Sami Paşazade Sezai Bey’in Sergüzeşt adlı kitabını okumak için kütüphaneye gittim. Kitabı elime aldım bir iki sayfa okudum ama sanki hiç bilmediğim bir dilde bir kitabı okuyormuşum gibi geldi bana. Hiç bir şey anlayamadım. En iyisi dedim bunun sadeleştirilmişini okuyayım. Sadeleştirilmiş baskısını aramak için kitabı kapatınca kitabın dışındaki beni çok şaşırtan şu yazıyı gördüm: “Sadeleştirilmiştir.” Hadi bakalım. Ağlasak mı, gülsek mi?


İşte biz kültürümüzün en önemli unsurlarından biri olan dilimize bu kadar yabancıyız. Yabancılaştık mı yoksa yabancılaştırıldık mı bilemem ama sadeleştirilmiş bir kitaptan ben edebiyat bölümü öğrencisi olmama rağmen bir şey anlayamadığıma göre diğer bölümlerdeki arkadaşlar nasıl anlayacak? Bunu merak ediyorum.


Durum bu kadar vahim iken sayın yazarlarımızın uzun hece düşmanlığı, Osmanlı Türkçesi’ne ait kelimelerle yaklaşımı, Milli Eğitim Bakanlığımızın Divan Edebiyatımıza karşı tavrı, bir yazarın dil konusunda yazdığı mükemmel denebilecek tarzdaki kitabına “İslamcı Türkçe” diye bir başlık atarak bir çuval inciri berbat etmesi beni düşündürüyor.


Uzun hece konusunda Merhum Nihad Sami Banarlı’nın “Türkçe’nin Sırları” adlı kitabındaki cümlelerini aynen naklediyorum:


“Uzun hece, sadece Arap veya Acem hecesi değildir. Eski Akdeniz medeniyetine mensup bütün milletlerin dilinde, İbrani’de, Yunanca’da, Latince’de v.b. uzun hece vardır.”


Sayın Banarlı Hocamız uzun heceyi sırf Arapça’daki med harfi gibi tasavvur edip de Arapça düşmanlığı ndan dolayı uzun heceye düşman olanların adeta kulaklarını çınlatıyor. Kulakları çınlatmaya devam edecek şu cümleleri de sıralıyor:


“Şu demek ki, uzun hece, bizim üzerinde imparatorluk kurduğumzu toprakların, yani dünkü ve bu günkü vatanımızın sesidir. Türk milleti bu sesi duymuş, sevmiş  ve beğenmiştir.”


Sanırım yukarıdaki sözler uzun hece düşmanları için kafi gelecektir.


Bizim dil kültürümüze yabancılaşmamız da etkili olan bir de lise döneminde okuduğumuz edebiyat ve Türk Dili derslerimiz var. Bu dersler liselerde hala devam ediyor, daha doğrusu ismi böyle olan bir ders var ama bu ders de öğrencinin beyninde ‘ edebiyat= failatün failatün failatün failün’ den başka bir şey fade etmiyor.


Türk dili dersine gelince Doğru Türk Dili öğrenciye anlatılıyor ama öğrenci bunu okulda değil dershanelerde öğreniyor. On bir yıl boyunca öğrenmediği ya da öğrenemediği Türk Dili’ni daha da önemlisi paralı… öğrenci arkadaşlarımız dile o kadar önem veriyorlar ki onu öğrenmek için milyarları harcıyorlar ama maalesef beyinlerini hareket geçirip de akıllarını başlarına getirecek çabayı harcamıyorlar.


Bir de dil kurumu sorunumuz var. Siz zannediyorsunuz ki iyi kötü, eğrisiyle doğrusuyla bir dil kurumumuz var. Yanılıyorsunuz arkadaşlar. Bizim iki tane dil kurumumuz var. Biri T.D.K diğeri ÖSYM.Dilimize o kadar önem veriyoruz ki bir dil kurumun az görüyoruz. Ama her ne hikmetse birinin tanıdığı kuralı diğeri tanımıyor.Özel bir dershanede Türkçe derslerine giren bir yazarımız dil konusunda yazdığı kitabında şöyle diyor: ” Oysa her kitapçıda ve çok uygun fiyatlarla satılan “yazım kılavuzları” var. (Yeni TDK’nınki hariç; o, hazırlayanların bile okuyamayacağı kadar kötü.)” şeklindeki cümleleri buna en güzel örnektir. Diyorum ki madem öyle, bir imla kılavuzu da ÖSYM çıkarsın bir de onu görelim.


Üniversitede aldığımız ilk Türk Dili dersini hatırlıyorum. Bu dersin bizim bölümdeki adı “Türkiye Türkçesi”. Bu derse giren hocamız bize ilk dersinde şöyle demişti “ÖSS için öğrendiğiniz, Türkçe’yi ve lisedeyken aldığınız basma kalıp bilgileri unutun. Keşke hiçbir şey bilmeden benim karşıma gelseydiniz.” İlk vizeden sonra hocamıza hak verdik. Ama ne yapalım hiçbir şey bilmeden de üniversite kazanılmaz. Biz öğrenciyiz anladık ki öğrenmek için unutmak da lazımmış. Üniversite birinci sınıfı unutmaya çalışmakla geçirdik. Bir nevi ikinci sınıfa hazırlık yaptık.


işte ben, o liseden ve bir, iki milyar lira vererek gittiğim dershanelerde aldığım Türkçe dersleriyle değil Sergüzeşt’i, Safahat’ı son bir yılda çıkmış kitapları dahi anayamam. Anlasam da yanlış anlarım. Yanlış bilgiyle doğru anlamam, imkansız zaten.


Bir de ” İslamcı Türkçe” diye bir başlık atmış Feyza Hanım. Dedim ya bir çuval inciri berbat etmiş. Ne demek ‘İslamcı Türkçe”? Güya Osmanlı Türkçesi’nde kullanılan her kelime bu gruba giriyormuş. Bu sözüyle Feyza Hanım Osmanlı devleti gibi 600 yıl ayakta kalan ve üç kıtaya hakim olan bir devleti ve o devlete yıllarca hizmet etmiş atalarımız da bu suç gibi gördüğü dil kullanıından dolayı suçluyor. İslamcı Türkçe’ymiş. Türk Dili’ni kullanan her dini kesim için böyle bir tabir kullanırsak, Türkçe’nin çeidini yüze çıkarırız. Hıristiyancı Türkçe, Gavurcu Türkçe, yok daha neler.


Bu mantık “Lisanımızı ARABİ kelimelerden ihraç edelim” mantığıdır. Mesela kelimesini Arapça diye onun yerine örneğin kelimesini getiren de yine bu mantıktır. Örneğine henüz alışmışken bir de onun yerine son zamanlarda “atıyorum”çıktı. Ne demekse… Atıyormuş, at kardeşim at, alışık zaten atan atana.


Feyza Öğretmenimiz yüz yıl sonra göz nuru dökerek ve her kelimesini özenle seçerek yazdığı ” Türkçe Off” adlı kitabının sadeleştirilmesini görseler üzülmezler miydi acaba?


Ömer YANMAZ


 


 



Dil ve Kültür Düşmanlığı

Hadi kapat gözlerini! ve başla

Sen Araban değilsin!


Sen Evin değilsin!


Sen bankadaki Paran,


Sen dolaptaki Ceketin değilsin!


 


Hiç uzaklara gitme kim olduğunu anlamak için.


Öyle, dağları denizleri de tarif etme büyüklüğünü ölçmek için.


Nesin ki !


Eğil, gölgene bak!, bir de diğerlerine,


Bu kadarsın işte, varlığın gölgenden ibaret!


Güneş senin üzerine doğduğu sürece var olmak değildir marifet!


 


Kaç müzik sayabilirsin bana özlemlerinden bahseden,


Kaç resim çizebilirsin senden bahseden,


Kaç şiir okudun bu güne dek!


Veya kaç kez gülümsedin aynada kendine!


 


En son ne zaman aşık oldun? söylesene bana!


En son ne zaman ağlayarak okudun bir kitabı? hadi anımsa!


En son ne zaman bitirdin içinde bir şeyleri?


Ev ile iş arasında her gün üzerinden geçtiğin çizgi midir hayat?


 


Sen hiç ruhunun varlığını hissettin mi?


Bedeninin, dünya ile ruhun arasındaki bir köprü olduğunu hiç fark ettin mi?


Gördüklerinin, zihninde uyandırdığı hatıralar, ruhunda bir şeyleri kıpırdattı mı hiç?


Veya bedeninin varlığını unuttun mu hiç?


 


Dön bak dünyaya,


Sadece senin için döndüğünü mü sanıyorsun!


Komik olma, yüz binlerce yıl içerisinde senin 60–70 yıllık ömrün nedir ki!


Hissedemeyeceksen! ne işin var burada?


Özlemeyeceksen!, İstemeyeceksen! ve ruhunu hissetmek için ısrar etmeyeceksen!


Ne işin var burada?


 


Bir insan olarak var olmanın ayrıcalığını anlat bana,


Sahip olduğun ruhun ayrıcalığını anlat bana,


Ruhunu beslemeyeceksen ne diye bakıyorsun gölgene hâlâ?


Sen, varlıklarını tarif ederken ruhunu da anımsa.


 


Şimdi öldüğünü farz et! film karesinde ne görmeyi umuyorsun?


Dudak kıvırma, düşün!


Doldurabildin mi o film karesini ruhunla hissettiğin dakikalarla!


Hadi kapat gözlerini! ve başla,


Beden ile beyin ölümü arasındaki zaman; maksimum 5 dakika!



Hadi kapat gözlerini! ve başla

22 Mart 2013 Cuma

Ama Özledim İşte!

Az önce Akvaryumculuk üzerine bir yazı yazmaya başlamıştım.


2007 yılında başlayan bir akvaryum serüvenimden bahsederken


Bir an durakladım.


“Neden” dedim içimden.


 


Sonuna ünlem işareti koymadan, çaresizce, “Neden”


 


Sevdiğim, keyif aldığım ve tebessümle andığım anılarımın çoğu, neden eski günlere ait.


Belkide, yazı yazarken dinlemeyi adet edindiğim müzikler, bana bunu hissettirdi.


 


Gençliğimde, ağır şarkılar dinleyen büyüklerimi hiç anlamazdım. Ben, Dr Alban dinlerdim, Step by Step başucumda dururdu her zaman. Teknotronik, Enigma, Mc Hammer, Suzanne Vega, Ace of Base ve The KLF volkmenimde son ses çalardı. – birisi de Türkçe değil yahu-


 


Şimdi ise


Ne ironidir ki; O zamanlar burun kıvırdığım melodiler, beni, Teknotronik dinlediğim günlere götürüyor. Nedenini bilmiyorum ama geçmişe ait her şey daha sıcak geliyor bana. Lise yılları, ortaokul yılları ve hatta ilkokul yılları burnumda buram buram tütüyor sanki.


 


Yok arkadaş,


Bir yanlış var bu işte!


Bence insan, önce 30’lu yaşlarını tecrübe etmeli.


Sonra doğabilir, çocukluğunun ve gençliğinin tadını alabilir.


Çok saçma oldu ama mevcut tablo bunu gösteriyor.


 


Çalışmaya ve hayat mücadelesi içerisinde debelenmeye başladığım günden beri, monoton bir hayat yaşıyorum belkide. Aslında, çokta monoton değil ama liseli yıllara nazaran daha az sürpriz olan bir hayat işte.


 


Sanırım, 10 ve 20’li yaşlar, birçok insan gibi, benimde ardı ardına yaşadığım ilk’lerle doluydu. O günleri unutamamamın ve şiddetle özlememin sebebi bu olabilir.


 


İlk defa okulu kırdığımız günler,


Motosiklet kiralayıp turladığım günler,


Sandal kiralayıp ilk defa denize açıldığım günler,


İlk maaşımı aldığım günler,


18’nci yaşımın ilk günleri,


İlk araba kullandığım günler,


Üniversiteye başladığım ilk günler,


Arkadaşlarımla düzenlediğim ilk yılbaşı partileri,


Lise çaylarımız,


Apartmanda çıkardığımız ilk yerel gazetemiz,


Arkadaşlarımla, İstanbul’dan penye alıp izmit’te sattığımız günler,


Elişi ipiyle ve kıvrılmış toplu iğne ile ilk defa balık avladığım günler,


İlk defa rep yaptığım günler,


 


Anladığım kadarı ile; Büyüme çağında, insanın hedefleri, başarmak istedikleri ve yaşamak istediği birçok şey oluyor. Bu hedeflere, heveslere ve bireysel başarılara ulaşılan dakikalar ve günler asla unutulmuyor.


 


Şimdi, tebessümle andığım tüm yaşadıklarımı, bir halatla çekmek istercesine çok özlüyorum.


 


Realist arkadaşları duyar gibiyim; “Seninkisi özlemekten biraz öte geçiyor yeğenim. Geçmiş, geçmiştir. Tebessümle anacaksın ve işine bakacaksın.” diyorlar eminim.


 


Evet,


 


Geçmiş, geçmiştir. Tebessüm edip işime bakıcam, biliyorum.


 


Ama özledim işte…


 


Ellerimi birbirine kavuşturup parmaklarımı ovuşturuyorum,


 


Usul usul ileri geri salınırken boynumu büküyorum,


 


Ve kalbimde fısıldayan o ses ile tekrar söylüyorum,


 


…Özledim işte…


 


Özleyeceğiniz günler yaşamanız dileği ile…


 


Özkan DEMİR



Ama Özledim İşte!

Hayat Çok Kısa

Elleri buruşmuş, gözleri kısılmıştı.

Dizleri titriyordu yürürken

Elindeki değneğiyle zor gidiyordu yoluna

Bir poşet ekmeği hep olurdu koltuğunun altına.

Belki tekti bu dünyada, hayat arkadaşı çoktan göçmüştü sonsuzluğa.

Kapıyı açanı, bayramda elini öpeni, sıcacık bir tas çorbası da olmamıştı.

Yine bir akşam giderken usul usul tek başına

Gençliğine gitti aklı bir anda…

İki damla yaş oldu gözünde gençliği,

Pişmanlığı, cehaleti, zenginliği…

Titreyen dizlerine, ağlayan gözlerine bakmadan devam etti esen rüzgarda.

Zaman çabuk geçiyordu fani hayatta.

Her gün sona yaklaşıyor, her saniye ömürden gidiyordu…

Boşa geçen bir hayattı bu adamın gözyaşları

Hayat arkadaşını, çocuğunu hor görmesiydi pişmanlığı.

Ömrü boyunca insanları ezmesiydi, bilgisizliğiydi, cehaleti.

Ve en büyük zenginliğiydi çok paraya sahip olan cüzdanı.

gözlerini açtı, gözlerini kapadı.

Zaman çabuk geçmişti.


Cüzdanı bomboştu.

Hayat arkadaşı yanında yoktu.

Çocuğu da bırakıp gitmişti, artık bir başına

Ne yakın bir dostu vardısağında, ne tutacak bir dalı vardı solunda.

Sonbaharda düşen yaprak gibi düşmüştü dünyada.

Sözlerini kapadı, gözlerini açtı,

Bu defa evinde değil beyaz duvarların arasındaydı.

Yalnızdı, bitkindi, hastaydı.

Kırışmış yanaklarından, gözlerini kaparken iki damla yaş aktı.

Kısık sesiyle hayat çok kısa dedi ve gözlerini kapattı.

Buruşmuş elleri, titreyen dizleri,kısılmış gözleri her şeye veda etti.

Son sözleri şöyleydi hayat çok kısa…


Yasenur UÇAR (11.Sınıf)



Hayat Çok Kısa

21 Mart 2013 Perşembe

Boyacı

Baharın tatlı esintisini içimde duya duya yürüyordum. Gönlüme süzülüp giren ve hiçbir yerde göze görünmeyen bahar çok güzeldi. Baharın bin bir kokusu, taze yağmurları dünyaya ve insanlara can veriyor gibiydi. İnsanlar yavaş yavaş evlerine dönüyorlardı. Bu yeni başlayan bahar rüyası onları yormuştu. Ben de eve doğru yürümeye koyuldum. Fakat, yolu uzatmak, rüzgarın İlahi yelpazelerinin yüzümü okşamasını sürdürmek istiyordum.


Yavaş adımlarla sokaklardan geçiyorum. Ağaçlarla akşamın bestesini yapan kuşlar ve inadına batmakta olan güneş ışıkları. Yapraklar, sabahki kadar parlak ve kıpırtılı değiller. Renkleri koyu, siyahımsı bir yeşile çalmış ve yorgunluktan hareket etmekte zorlanıyorlar. Kapı ve pencerelerde kimisi dedikodu yapan, kimisi çocuğuna bağıran kadınlar. Mahalle kahveleri önüne atılmış taburelerde son çaylarını içen erkekler. Köşe başlarında ikisi, üçü bir arada konuşan, sevdiği kızın yolunu gözleyen delikanlıların yanından geçtim. Bir evin önünde yere çökmüş, etrafı gamsız gözlerle seyreden bir köpek gördüm. Sarı sarı, kirli tüyleri vardı. Belli ki yaşlı ve kimsesizdi.


Bir kadın seslendi pencereden: “Alii, çabuk eve gel! ” ses taş duvarlara çarparak yankılandı ve geri döndü.


Evimin biraz ötesindeki köprüden geçerken, daha önce hiç rastlamadığım boyacı bir çocukla karşılaştım. On iki, on dört yaşları arası, yüzü boyadan kapkara olmuş, kalın siyah kaşlar altından maviş maviş gözler. Ama, yılların acısını içinde eritmiş, fersiz mavi gözler. Kirli, kıvır kıvır  siyah saçları vardı. Yırtık giysileri içinde son derece sevimli görünüyordu.


- Boyayım mı abla? dedi.


O sevgi dolu, aynı zamanda gönlüme acı bir nağme bırakan bakışlara dayanamadım.


- Boya bakalım, dedim.


- Buralarda ilk defa görüyorum seni.


- Aşağı mahalledeki çocuklar beni kovaladılar. Müşterilerine el koymuşum. Ben de buraya geldim.


- Adın ne senin?


- Enes.


- Annen, baban yok mu senin?


Yok, diyebildi. Gözleri buğulu, başı önde, o kısacık yaşamını anlatıverdi. Ailesini küçük yaşta kaybetmiş ve para kazanmak için okulu bırakıp çalışmaya başlamıştı.


- Okulunu sever miydin?


- Hem de nasıl,


- Ne olmak isterdin?


- Çok zengin olmak. Zengin olayım ki kimsesiz çocuklar yalnız düşleriyle büyümesin, sıcacık yuvaları olsun.


- Kazandığın para yetiyor mu?


- Yeter mi hiç abla. Yarı aç, yarı tokuz. Köprü altı düşleri doyurur mu karnımızı?


Bir ara durakladı sonra:


- Bak abla! Ayakkabıların pas parlak oldu. Hayata bu parlak ayakkabılarınla yürüyeceksin. Tıpkı Ahmet’inki gibi.


- Ahmet kim?


- Benim arkadaşım. O da boyacı. Geçen düşünde görmüş. Bana utana utana anlattı. Babasını görmüş düşünde. Ahmet’e yeni, parlak bir sürü ayakkabı alıyormuş. Ondan Ahmet’inki gibi dedim.


- Senin düşlerin nasıl abla?


- Bilmem ki, diyebildim.


- Senin düşlerin güzeldir, süsülüdür, zengindir. Bizimkiler sadece sıcak bir ev ve sıcak bir çorbadır. Bir yudum sevgi ve umuttur.


Şaşırıp kalmıştım. Ne diyeceğimi bilemedim. Yüreğimin burkulduğunu hissediyordum.


Bir anda heyecanlı ve umut dolu bir ses böldü hüznümü:


- Bana düşlerini kiralar mısın abla?


Gözlerimden akacak yaşa mani olmak için kapadım gözlerimi. Enesler, Ahmetler geçti gözümün önünden. Kimsesiz köprü altı çocukları. Bir yudum sevgiye muhtaç, aç çocuklar.


Birden baharın, o taze, güzel baharın; acı akşam esintisini hissettim. Taa yüreğimde, iliklerimde hissettim.


 


Özgür Öznur KAYA



Boyacı

Yağmurla Gelen

Tam bir saat oldu o dokunalı yeryüzüne. Hiç şahit olmamıştım yelkovanın akreple olan bu amansız yarışına. Yarışa rağmen sanki tanımıyorlar, umursamıyorlar birbirlerini. Ama yine de hızlılar hep onun akışına umarsız kalan insanoğluna akınca yağmura inat. Ama yağmur daha vakur daha gururlu.


Çünkü biliyor hayata, aynalara ve her şeye rağmen sıcacık sobanın başındaki ninenin kendi kadar yaşlı camına koşacağını, onun her gelişiyle.


Çünkü biliyor kendi kadar bıkkın sandalyesinde sallanan dedenin, camını tıklayanın sadece o olduğunu.


Ve biliyor yağmur, kendini her şeyin üstünde gören insanoğlu için anlamının ne olduğunu.


Hüzündür yağmur insanoğlu için ve her gelişinde bu davetsiz misafiri hüznün kimsesizler sahilinde ağlar.


Hüzündür yağmur insanoğlu için, çünkü ona göre yağmur göğün ağlamasıdır ve o da atar kendini hüzün deryasına, derinlere daha derinlere iner ve boğulur bu deryada.


Halbuki yağmur büyütendir, tohumun toprağa gülüşünü sağlayandır. Halbuki yağmur okşayandır. Bir ananın evladına sarıldığı gibi, yer yüzüne sarılandır. Peki neden geri çeviririz bu hasretli koları? Neden açarız şemsiyemizi ona karşı?


Yoksa korkuyor muyuz? Katılaşmış yüreğimizin ıslanıp yumuşayacağından. Yoksa korkuyor muyuz?


Kalbe zorla yerleşen aşkın yağmurun küçük damlacıklarında boğulacağından?


Yoksa korkuyor muyuz? Her köşesini anılarla doldurduğumuz, meftunu olduğumuz sokağımızın küçük damlalarla akıp gideceğinden?


Beynimde bu düşünceler bir lunaparkın döner dolabı gibi dönüyordu ve ben her defasında yaşanmak istenilmeyeni yaşıyordum bir anda ona dönme gücünü veren ve ben döner dolabın en tepesinde, düşüncemin en tepesinde asılı kalıyordum. Ve dayanamadım çıkmalıydım her duvarı üzerime bir süvari gibi gelen bu odadan. Bu sözlerle boğuşan beynim çoktan hükmetmişti ayaklarıma. Ve ben dışarıdaydım artık.


İlk defa kaçmıştım süvari silüyetindeki duvarlardan. Her zamanda gladyatör olunmazdı ki canım bir sefer kaçılmalıydı. Hem erkekliğin yarısı kaçmak değil miydi? Diğer yarını görebildiğin sürece.


Cadde bomboştu. Ve alabildiğine uzundu. Çöp kutularında sanki sen de bir akşam yemeğine davet eder gibi kafasını çıkaran kedicik bile yoktu. Belki istemiyordu. Hem neden istesin ki. Misafiri ondan önce oturmuştu sofraya. Hem öyle nazlanmıyordu da küçük dünyasına, çöp kutusuna girerken kediciğin. Pencerelerde de beklememişti onu. Yemeğe de burun kıvırmamıştı hani. Hem yemek çok da güzeldi. Çünkü yemekte yağmur ve yalnızlık vardı. Yemekte yalnızlık paylaşılıyordu. Yalnızlığın bir ucunu yalnızlık bir ucunu kedicik ısırıyordu. Ara sıra yağmur ve yalnızlık kutuda valse kalkıyordu.


Bütün bu düşüncelerle, yağmurla yoğunlaşan ona bir saatini verecek kadar fedakar beynim onun benden kaçmak için çabaladığını fark edemeyecek kadar dilbesteydi ona. Hızla gelen hırçın damlalar dönüyorlardı yurtlarına her terk eden gibi terk ettiklerine. Terk ettiklerini bulamama ihtimali olsa bile yüreklerinde. Hem ne önemi vardı ki bu ihtimal en derinlere gömüldüğü sürece. Etraf iyice sessizleşti o da gitti buralardan. Geriye kalan sadece onun nazenin dokunuşu, bunu unutmamış caddeler, sokaklar ve kırmızıyım diye diye haykıran kiremitler. Ve küçük bir yağmur damlasında kendini dışarı atacak kadar yalnız, bunu olmadığına kendini inandıracak kadar yalancı ben, yalancı kedicik ve yalancı bizlerdik geriye kalan.


F.Nur TÜRKMEN



Yağmurla Gelen

Sahte Yüzlerimiz

Sabah kalkıyoruz,


Yeni bir güne “merhaba” demek varken, somurtkan bir halde kös kös çıkıyoruz evden.


Çoğu zaman kahvaltı bile etmiyoruz. Bazen uykumuzu alamıyoruz, bazen yüzümüzü yıkarken suyun sıcaklığını beğenmiyoruz, bazen de somurtmak için hiçbir sebep yokken, gülümsemek için sebebimiz olmadığını düşünüyoruz.


İşe otobüsle, metroyla veya dolmuşla gidiyorsak yanımızdakilere kızıyoruz. Kimi zaman “Offf, ter kokuyor” diyoruz, kimi zaman “az öteye gitsen ne olur” diyoruz, kimi zaman asık suratlı olmamız için herhangi bir sebep olması bile gerekmiyor.


Hele birde kendi aracımızla gidiyorsak işe, önümüze atlayıveren dolmuşçuya, tampona yapışık gelen taksiciye, sinyal bile vermeden direksiyon kıran o hödüğe sinirleniyoruz. Otobüsten inmesi bir dert, metroya binmesi bir dert, yolun ortasına park edenler yüzünden trafiğe takılmak bir dert, park yeri bulmak bambaşka bir dert.


Stresli telefonların, problemli işlerin ve insanın ruhunu darlayan sorunların beşiği olan işimize, o asık suratla geldiğimizde, “günaydın arkadaşlar” deyişimizi bilinçsizce söylüyoruz. Sabahtan akşama kadar şu işe bak, bu işe bak derken davul misali geriliyoruz da geriliyoruz. Saatler geçiyor, kimi zaman bir defa tebessüm etmeden akşam ediyoruz.


İşten eve dönüşte, sanki ülkeyi baştan başa kat etmişcesine yorulduğumuzu hissediyoruz. Mahkeme duvarını andıran o gergin yüz ifademizi hiç üşenmeden evimize kadar taşıyoruz. Aman Allahım, evde, öyle bir tahammülsüzlük, öyle bir bıkkınlık ve öyle bir usanmışlık saçıyoruz ki etrafa, çocuklarımız çıt çıkarmaktan korkuyorlar.


Hitaplar değişiyor, ikram sözleri sorulara dönüşüyor ve “Su içer misin canım?” sözleri yerine “su içecek misin?” diyoruz. “Birer çay içelim mi?” sözleri yerine “çay içecek misin?” diyoruz. Keyfiyetten değil acziyetten dolayı uzanmış olduğumuz için koltuğumuza, her yanımızın ağrıdığını, havanın çok sıcak olduğunu ve hatta başımızın kazan gibi olduğunu hissediyoruz. Üzerimizdeki dam’ı değil, üzerimize üzerimize gelen dört duvarı görmeye başlıyoruz.


Sanki bir tek biz bu dünyanın yükünü omuzluyormuşuz da diğerlerinin hepsi, omuzlarımıza tutunan birer bedavacıymış gibi düşünüyoruz. Biraz ağır bir tabir oldu değil mi? Yook, hiçte ağır değil! Siz, o asık yüzünüzü, içinizdeki iyi niyetinizle görüp keyifsizliğinize yoruyorsunuz ancak, içinizdeki iyi niyeti göremeyen kişi o küstah yüz ifadenizin en gerçek hali ile karşı karşıya kalıyor.


Ruhumuzun, bencillik saçan çamur deryaları arasında debelenmekten vazgeçip, hayat denen o gürül gürül akan şelaleyi kenardan izlemeliyiz.


Hayata baktığımız pencere çok önemlidir. Basit yaşayıp, yürekten düşünmeli ve bizi sevenleri cömertçe sevmeliyiz. Herkes kendi hayatı içerisinde kendi savaşını aslanlar gibi veriyor, dünyayla savaşan bir tek biz değiliz…


Özkan DEMİR



Sahte Yüzlerimiz

20 Mart 2013 Çarşamba

Gün Gelir

Gün gelir düşler ölür ve yüreklere sevda düşer. Kişiye düşense yanmaktır. Yan Ademoğlu yan, belki dünya senin ahından tutuşur. Yaşayıp, yaşamadığımız oranda yaşlandığımız şu dört senenin sonunda bizim de yüreğimize bir sevda düştü. Dostluk… Ve geçen günlere ah ediyoruz sona yaklaşırken. Avuntumuz bu ahın ateşinden kötülüklerin tutuşup küllerin arasında güzelliklerin kalması.


Anlatıcı, her hikayeye bir başlangıç bulur da son noktayı hiç koymak istemez nedense. Gidişler acıtır çünkü. Yoklukla birlikte pişmanlıklar başlar. “Keşke”lerin  ardı arkası kesilmez.


Üniversite 1′in 3 sene sonrasında hangimizin “keşke”si az dersiniz? İnsancıklar içinde, insansılara rağmen insan olabilme adına, dost yüreklere sevda düşürebilme adına kaç zaferimiz var? Hangimiz, yayın kirişini bırakırken okun ucundaki haberin, güneş batmadan yerine varamayacağını biliyordu? Oysa bilseydik güneşin batmasına çeyrek saat kalmış, rüzgara inat, oku hedefe ulaştırırdık. Yaşadığımız “cilalı imaj devrinde” birbirimizi satın alınabilen, takas edilebilen vitrin giysileri gibi görmek yerine hayata ve insanlara olan borcumuzu hatırlardık. Çığlıklarımız, savruluşlarımız nerede durursa dursun köklerimizin aynı olduğunu fark ederdik.


Oysa artık gitme vakti… Kimimizin ardından dilsiz bir sitem, kimimizin ardından bir yürek taburu ayaklanacak. Ama ne olursa olsun hepimiz odamızın bir köşesine bir “dostun” resmini yapacak ve söküp kalbimizi o resmin yanına asacağız. Sonra “keşkeli” yılları buruşturacağız belki. Ama kalbimiz hep “dost” hasretinde asılı kalacak.


Oysa ne olurdu ilk durakta kalabilseydik. Son durağa gelince inme zorunluluğumuz olmazdı o zaman. Ne olurdu ellerimiz ceplerimizde gezmek yerine bir dostla el ele olabilseydik. Dikdörtgen duvarları gökyüzü yapmazdık üzerimize o zaman. Ve ne olurdu son sayfaya gelene kadar silmeseydik satırlarımızı. Hayatı, yazdıkça silinen sözcükler gibi olmaktan kurtarırdık o zaman…


Yas tutan bir dünyanın kalabalığında içimize konuk ettiğimiz herkes bir gün gider ve kişi gölgesiyle kalakalır. Bu bir sondur kişi için ancak unutmayalım; her son bir başlangıcı müjdeler. Hatırlayış vefayı, vefa dostluğu kavileştirir. Kilometreler ayırsa d amilimetrelerin birleştiği dostumuz hep, bir telefon telinin ucunda. Hatırlayış, vefa ve dostluk adına kilometreleri milimetrelere ekleyelim. Birbirimiz bir dine bağlanır gibi değil kendi özgürlüğümüüz sever gibi sınırsız sevelim. Emin olun bu sınırsız sevgi mesafeleri anlamsızlaştıracaktır.


Beyoğlu’nun meyhanelerinde, kumarhanelerinde, batakhanelerinde bu hayatın, bu keşmekeşin anlamını ve anlamsızlığını arayan, kirli pardösünün yakaları kalkık, hüzünlü adamdolaşır bir başına… Kumarbazlar, sarhoşlar, fedailer, soförler, hayat kadınları, esrarkeşler kendilerinden bildikleri bu adamı hep “Çakır” diye çağırırlar… Ölüp de cenazesine gelince anlarlar onun büyük bir yazar olduğunu. Çakır, Sait Faik’tir. Eminim bir yazar olarak değil onlardan biri gibi gömülmek istedi Sait Faik. Uzaklarda o sevdiği sokak insanlarına şöyle bağırdığını duyar gibiyim;


“Ben sizden biriyim. Tek farkım şu: Yazmasam deli olacaktım.”


Şu 4 senede insanlardan sıradan bir insan olduğunu anlayıp ona rağmen hayatının romanını yazmaya devam eden yüreklere selamlar…


Bedia KAPLAN


 


 


Bedia KAPLAN



Gün Gelir

Ölmek Değil, Yaşamak İstercesine, En Son Kime Sarıldın!

Bir sabah kapı çaldığında,


Hiç aklında yokken o kişinin karşında dikilme ihtimali aslında


Sessiz, ilgisiz ve tamamen rastlantısal bir anda


Açtığında kapıyı,


 


Onu gördüğünde karşında,


Sarılmak ister miydin hiç ?


Ama öyle böyle değil,


Candan, candan ve hatta candan da öte sarılmak ister miydin hiç ?


 


Soruyorum sana,


En son kime sarıldın kollarında yok olurcasına,


Birer damla gözyaşında kaybolurcasına,


Her bir nefesinde yeniden doğarcasına


Ve


Ve yanaklarındaki sıcaklığa aşık olurcasına


En son kime sarıldın?


 


Gözlerini kapatıp sıcaklığını hissettiğin,


Sessizce kalıp, kalp atışlarını dinlediğin,


Suskun, uykusuz ve hatta en umutsuz olduğunu bildiğin,


Gizlice uzanıp, gökyüzünü izlerken hayal ettiğin kime sarıldın?


Kime!


 


Titrediğinde ayakların,


Hiç durmadan aktığında gözyaşların,


Ve hatta


Ve hatta kilitlendiğinde bakışların,


En son kime sarıldın?


Kime!


 


Hissiz kalacağını hissedeceğin,


Sağır ve dilsiz kalacağını zannettiğin,


Kimsesiz olduğunu kabul ettiğin o anda


Kalbine dokunurcasına kime sarıldın?


Ruhunu sararcasına kime sarıldın?


Kime!


 


Utanma!


Söyle!


Hiç kimseye sarılmadım ne zamandır! de


Hiç umursamazcasına birisine sarılmayalı çok oldu! de


Hatta


Hatırlamıyorum bile! de


 


Her ne dersen de,


Ama doğru söyle.


En son kime sarıldın?


Kimdi en son sarıldığın?


 


Ölmek değil, yaşamak istercesine,


En son kime sarıldın


Diye


Sık sık sorduğum için bana sitem etme


Sen itiraf edemesen de


Ruhsuz kucaklaşmalarını görmediğimi zannetme.


 


Gülümsemekten kendimi alamıyorum mirim,


Bu küstahça gülüşüm


Karaktersizliğimden değil, sana acıdığımdandır bilesin.


Çünkü


Özlemleri olan her insan gibi


Sende çok özlediğin, her nefesinde hissettiğin


Kalbinle istediğin ve hatta kendine özel seçtiğin


Birine sarılmalısın canım, ciğerim…


 


Sarılmadıysan birine candan,


Ve belkide hiç sarılamayacaksan!


Hatta uzağındaysan, O’nun yanında yoksan,


En son ayrılırken,


Bir çocuk gibi dudağını burktuysan,


Üzüldüysen, hatta kahrolduysan,


Kabullenemesen de O’ndan uzak kaldıysan,


Her şeyi bir kenara bırakıp


O’nu, sadece o’nu unutamadıysan


Git!


 


Ne duruyorsun…


Git!


Ve bak gözlerine,


O, seni bekliyor belkide,


İmkânların el vermese de


Samimiyetine inanmayacağını bilsen bile


Dikil karşısına,


Sarıl…


 


Sorma, sorgulama, koy başını omzuna ve sarıl.


Ne kaldı ki toprağa sarılacağın dakikalara.


 


Candan sarılmayı istediğin,


Gövdende simsiyah bir yumru olan özleme sarıl.


Kim bilir,


Kim bilir, belkide o sana sevgiyi anımsatır.


 


Her insanın sarılabileceği birisi mutlaka vardır.


Şimdi ikaz ediyorum,


Son kez söylüyorum,


Bir daha fırsatın olmayabilir diyorum,


Çok istesen de sarılmak şöyle dursun, dokunamayabilirsin diyorum


Sen geldiğinde, O, gitmiş olabilir diyorum


Ve tüm kalbimle söylüyorum


Git


Ve


Sarıl…


 


Temiz duygularına,


Çıkarsızca uzattığın kollarına,

O dehlizlere bedel bakışlarına,


O serçeninkine benzer kalp atışlarına


Ve yürekten yakarışlarına inanarak sarıl


 


Sarılmak,


Sana,


Sevgiyi anımsatır.


Özkan DEMİR



Ölmek Değil, Yaşamak İstercesine, En Son Kime Sarıldın!

Üç nokta...

Üç nokta

Bu bir başlangıç değil ki…


Müdahil olduğum hikayede üç noktayla geçiştirmeye çalışsalar da beni, devm ediyorum… Kaldığım yerden yaşamaya, kaldığım uyerden çekimlemeye aşkı, kaldığım yerden sorgulamaya dünyayı…


Üç noktanın içine sığmazdı acılarım… Üç nokta dar gelirdi çünkü büyük sancılarım… Üç nokta anlatamazdı beni başkasına… Üç nokta ortak olamazdı buhranlarıma…


Yaşıyorum çünkü mutluluğumla huzurumu tekilleştirme sınavım bitmedi daha… Aşkı çekimliyorum lakin birinci tekile gelmedi sıra… Dünyayı sorguluyorum; sebebi, maddeden sıyrılıp ulaşamadım manaya…


Virgül
Yanlış anlaşılmaya mahal veremem, tüm sıkıntılarımı tane tane anlatıyorum. Bazen kendime bile izah edemediğm hüzünlere gark oluyorum, daha yeni başlıyorum. Benimle beraber yaşamıyorlar elbette, kalbime enfarkt, ciğerime nikotin hediye edip, beni bana ısmarlayıp gidiyorlar.


Soğuk bir cesaretim var, yıllar önce kaybettiğim anne nefesi almış şehametime inat. Sebep bu ki daralıp haykırıyorum: bir sen eksiktin haydi sen de yıprat, sen de kanat.


Gitmek bir insana ancak bu kadar yakışmaz dediğim insanlar var ama gidiyorlar, yarı yolda bırakmak bir insanda en fazla bu kadar yakışıksız durur dediğim insanlar var ama bırakıyorlar, ölüm bir insanda bu kadar eğreti durur dediklerim var ama ölüyorlar.


Tırnak İşareti
Halimi elimden geldiğince yanlışsız anlatmaya çalıştım ama kalemimin tutukluk yaptığı yerde bir ses çalınıyor kulağıma: “sana veremem acımı kirlenir dünya / şehrin sokakları ıslanır gözyaşıyla.”


O zaman anlıyorum yalnız olduğumu ve baş ucumdaki kitaptan bir satır çalınıyor gözüme: “madem ki gözyaşı birleşik kelime gözü yaştan ayırmak niye?” hak veriyorum yazara ve gözlerimden yaş dilimden bir şiir süzülüyor: “resmine baktığım güzel kız genç kız / unuttum unuttum seni.” Akabinde hüznümün düşmanı benim kardeşim umudum çıkıp geliyor ve ben fütursuzca sarılıyorum ona. İşte o an anlıyorum: yalan söylüyorum. En uysal halimle kendime, ona cihana fısıldıyorum: ” seviyorum seni / ekmeği tuza banıp yer gibi.” Sonra olanlar yani unutkanlığım hiç gitmeyen sinirimi şahlandırıyor ve dedem misali “yan çiziyorum!” Haykırmamsa işte bu halden sonra oluyor: “ez bütün çiçekleri kendine canavar dedir / haksızlık et haksız olduğun anlaşılsın!” diyorum kendi kendime. Ama ne yapsam boş “yaşanınca tükenir bilirsin’in ters anlamlısıdır özlemek!”


Soru İşareti


Haletim ortada; kendime doğru bir tufan, bir kısır döngü, bir çelişki yumağı ruhum. Acaba sandığım gibi gerçeği manada arayan, öz beynini yiyen biri miyim? Yoksa gerçeği görmezden gelen, bir şekilci mi?


Hayatımın bir noktasında -küçücük bir an da olsa- kaf dağının eteklerindeki sarayın prensesiyle mi tanıştım? Yoksa rüyalarla gerçekleri mi karıştırdım?


Hiç gelmeyen, uykularım mıydı? Yoksa hiç uyanamadım mı?


Huzursuz anlarımda dilimden dökülen kelimeler şairliğe mi delalet? Yoksa deliliğe mi?


İç kemiren nifak tohumlarının hasatı hep düşmanlara mı düşer? Yoksa dostlar da pay alır mı? Benim düşman deyip kin beslemeye çalıştıklarım da annesinin dizinde ağlar mı? Sahi onlarda sevdiklerinden ayrılır mı?


Üç nokta

Bu hikayenin bir başlangıcı yoktu ki…


Emre BATUMLU

19 Mayıs Üniversitesi



Üç nokta...

19 Mart 2013 Salı

Ölüyorum

Şu an internet sayfaları arasında usulca göz gezdiriyorum. İlgimi çeken yazıları okuyor, sıkıldığımda bir başka sayfaya tıklıyorum.


Bir ağırlık var omuzlarımda, dirseklerimdeki kan çekiliveriyor sanki. Neler olduğunu anlamaya çalışıyorum. Dizlerimin halini merak edince hissediyorum dizlerimin varlığını. Sanki titriyormuşum gibi geliyor bana. Derin bir nefes alıp yaslanıyorum koltuğa, başım düşüyor arkaya. Tek gördüğüm tavanın giderek matlaşan görüntüsü. Boynumdaki gerginlik nefes almamı zorlaştırsa da sadece dinlenmek istiyorum şu an. Donuk ve bembeyaz tavan derinleşiyor gittikçe. Bir baygınlık hali sarıyor bedenimi. Usulca kapanıyor gözlerim, kollarım iki yanımda. Yutkunduğumu hissediyorum ve bir daha yutkunuyorum. Uyur – uyanık bir hal sarıyor her yanımı.


Nefes almaya devam ederken ağırlaşıyor kalp atışlarım. Gözlerim kapalı ve kapkaranlık her yanım. Birden sol tarafta bir ışık yumağı beliriyor. Yavaş yavaş yaklaşıyor, yaklaşıyor biraz daha. Ve karşımda duruyor Annem. “Oğlum” diyor bana, onu üzdüğüm anlar beliriyor etrafta. Sanki ufkun her yerinde uçuşuyor anılarım. Ve onu son gördüğüm anı yaşıyorum yeniden. “Görüşürüz oğlum” diyor. “yarın telefon ederim ben sana”. “Tamam Anne” diyorum dudaklarımı kıpırdatarak. “Tamam, kendine iyi bak” diyorum. Ve birden camide buluyorum kendimi. Babam yanımda, “esselamun aleykum ve rahmetullah, esselamun aleykum ve rahmetullah” diyerek selam veriyorum kıldığım bayram namazının sonunda. Babam yüzünü dönüyor, buğulu gözlerle tebessüm ediyor. Hemen sarılıyorum ellerine, “Bayramın mübarek olsun Baba” diyerek öpüyorum ellerinden. O bayram sabahı kıldığım namaz boyunca ağladığım gibi, yine ağlıyorum usulca. “el öpenlerin çok olsun oğlum” diyor babam. Ve çok keskin ve çok ağır ve çok büyük bir karaltı çöküyor boğazıma. Çırpınmak, kendimi duvarlara vurmak ve hatta parçalanmak istiyorum o saniye. Vücudumu sarsarcasına şiddetli ve bütün ruhumu sağır edercesine yıkıcı bir gürültüyle kızımın koşuşturmalarını hissediyorum kalbimde. “ Baba, babaaaa… babacım bi baksana, 15 dakika daha geç yatabilirmiyim bu akşam” sesleri ve o benliğimi hissettiren gülücükleri yankılanıyor zihnimde. “babacım” deyişi dumanlara boğarcasına, her bir zerremi kavururcasına dağlıyor yüreğimi. Tam karşımda şu an. Koşarak geliyor otobüsün yanından. Yaz tatili dönüşü üç aylık hasretle sarılıyor boynuma. “ Kızımmmm, ben seni çok özledim” diyorum o günkü gibi şimdi de. Sımsıkı sarılıyorum kızıma. Boğazımdaki düğüm ilmek ilmek dökülüyor gözlerimden. O gün kızımı karşılarken ağladığım gibi şimdide süzülüyor gözyaşlarım. Hiç bırakmak istemiyorum kızımı. “Birdaha bukadar uzun süre tatile göndermeyeceğim seni” diyorum. Annesini görüyorum o anda. Elinde valizlerle yaklaşıyor, boynu bükük. Gözünden süzülen bir damla yaşı siliyor. “hoş geldin canımmmm” diyorum ve sımsıkı sarılıyoruz hepbirlikte. Birden hafiflemeye başlıyor her yanım. Bedenim üşüyor, ellerim uyuşuyor. Kardeşim yanımda en başından beri. “abi, ben çantaları götürüyorum, siz gelirsiniz” diyor. “Dur! Dur bi sarılayım sana” diyorum ama duymuyor beni. Uzanıyorum ama tutamıyorum omuzlarından. Ve yüzünü çeviriyor bana bir anda, “Bayramın mübarek olsun abi” diyor ve ellerime sarılıyor. “Bir bayram namazını daha hep beraber kılmayı Allah sana, bana ve babama nasip etti, gelecek bayram da hep birlikte oluruz inşallah” diyor. “Allah, bir sonraki bayramda da omuz omuza namaz kılmayı nasip etsin inşallah” deyişimi anımsıyorum o bayram sabahı söylediğim gibi.


Tarifi mümkün olmayan bir huzur sarıyor gördüğüm ve hissettiğim her yeri. Kalp atışlarımı hissetmeyeli ne çok oldu! Üşümüyorum artık az önceki gibi, tüm pişmanlıklarım ve tüm mutluluklarım o kadar gerçek ki “atık çok geç” dercesine akıp gidiyor gözlerimin önünden her biri. Ve rahmetli dedemin öğrettiği ödevi yapmanın vaktinin geldiğini anlıyorum. “Eşhedu en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden âbduhu ve Resuluhu”…


Kalp durmasına rağmen, beynimizin ve hatıralarımızın halen daha canlı olduğu, nefes alamayacağımız o son saniyelerde, pişmanlık ve keşkelerle dolu film kesitleri, kim bilir ne çok acıtır insanın canını. Son nefesinizde “Keşke” değil, “iyi ki” diyerek hayata veda etmenizi diliyorum. Çünkü ölüm, belki yarın, belki yarından da yakın. Biliyorum…


Özkan DEMİR



Ölüyorum

Bir Şey Eksik!

Eksik olan şeyi bilmiyorum ama bir şeyler eksik hayatımda!


Şöyle bi düşünüyorum, her şeyim var. Birçok insanın sahip olamadığı onlarca güzellik hayatımda ve yaşamam için beni bekliyorlar.


Tek tek sıralıyorum sahip olduğum ve bana mutluluk veren her şeyi. Oluşturduğum liste ilk başta birkaç satırda kalıyor ama azıcık gülümsediğimde listeye ardı ardına güzellikler ekleniyor hemen. Tam bu noktadayken huzur doluyor içime ama az sonra eksik olan şeyi ararken sorgulayacaklarım korkutuyor beni.


Hani insan bazen ürperir ya, bazen saç tellerinizden başlayan o elektrik akımı, ayak parmaklarınızın ucundan terk eder ya bedeninizi, işte öyle bir şey eksik sanırım.


Kendime uzaktan baktığımda, esen rüzgârla gövdemden ayrılan ruhumu izliyorum bazen. Rengi oldukça şeffaf, oldukça güçsüz ve şevksiz geliyor bana. Halbuki, çok güçlü olduğumu sanırdım ben. Kendimi çaresizce hissettiğim acziyetim ürkütüyor beni!


Yaşlanıyor muyum acaba? diyorum, yooo gencim henüz. Canım mı sıkkın? diyorum, e hiçbir derdim yok ki. Amacım veya ideallerim mi kalmadı? diyorum, ardı ardına geliyor hedeflerim. Ne istediğimi bilmiyorum! Neyi aradığımı da bilmiyorum. Bulduğumda fark edebilecek miyim ondan da emin değilim. Tek bildiğim, bir şeylerin eksik olduğu.


Özkan DEMİR


 


Hayatımdaki anlam mı eksildi acaba? Birbirini izleyen günler ve rutine binmiş hayat kalbimi mi kemikleştiriyor zamanla? 30 lu yaşlarda bunlarla boğuşursam 50 ler 60 lar nasıl geçecek!


Çok erken yoruldum beklide, beklide orta yaş sendromu bütün bunlar. Halbuki daha dün gibi hatırlıyorum 20 li yaşlarımı. Böyle dertlerim yoktu o zamanlar. Hayat bir akarsu, bende bir balıktım. Hırçın ve delicesine akarken nehir, akarsuyun aksi yönüne yüzmekten yılmazdım. Şimdi kendimi akarsuya bırakmak bile anlamsız geliyor.


Öyle bir rüzgâr esin ki üşüdüğümü kemiklerimle hissedeyim istiyorum bazen. Öyle bir ses duyayım ki alsın beni benden ve öyle bir şimşek çaksın ki gözlerimle değil, ruhumla hissedeyim ışığı diyorum kimi zaman.


Ve anlıyorum ki bütün bu sorgulamalarım kıymet bilmeyişimden. En başta sıraladığım güzelliklerin bir tanesinin üzerini çizsem ve kaybettiğimi düşünsem, o eksik olan şeyi bulmuş olurum belkide. Hayatımda eksik olan, sahip olduğum güzelliklerin eksilmesi ihtimalini düşünmemem sanırım.



Bir Şey Eksik!

Dost, “toprak” gibi olmalı!

Bu yazımda DOSTLUK’ tan bahsetmek istedim. Sanırım hata ettim. Çünkü ben, dostluk üzerine çok şey yazabilirim diye düşünmüştüm. Ama kendimi sorgulamaktan daha öteye gidemedim!


Neydi dostluk? “Dostu olanın aynaya ihtiyacı olmazder Hz. Mevlana. Aynaya bakmak gerekiyor belki de, ben ne kadar “dost” olabildim dostlarıma diye…


Ve sormaya başladım kendime… Bir soran olursa yanıt verebilmek için değil! Sadece, “Can gibi dost” olabilmeyi anlamak için sordum.


Dostum dediğim kaç kişi için, neleri feda edebilirim mesela? Neleri verebilirim hiç sormadan? Paha biçilemez olan canımı verebilir miyim? Ya da çok kıymetli paralarımı feda edebilir miyim? Feda edilebilecekler arasında başka neler var? Üzgün gördüğüm kaç dostum için üzülebilirim veya sevinebilirim, sebebini hiç sormadan. Sorguladıkça korkuyorum yalnız olduğumun farkına varmaktan!


Tercih var mıdır dostlukta? Neye karşı tercih edilebilir? Veya silinebilir mi bir çırpıda? Sınırı var mıdır? “Her şey bir yere kadar!” dedirtir mi insana? O zaman kandırılmış mı oluruz dost bildiklerimiz tarafından? Ya da biz, gerçek dost olamamış mıyız aynaya? Dostluk uğruna feda ettiklerimin, dostum tarafından kabul edilmesi, ne derece dostçadır? Dostluk, bu kadar kırılgan mıdır?


Dostluk, aşk gibi karşılıksız olduğunda artarak yaşanmaz mesela. Dostluk, karşılık bekler. Beslenmek ister, büyümek ister. Artmak ve belirginleşmek ister her zaman. Belirginleştikçe dost deriz çoğu zaman. Görmek, bizzat yaşamak isteriz fedakârlıkları. Feda etmek dostluğun en temel kuralı. “Kötü gün dostuymuş” diyebilmek, kötü gündeki dostluğu görmekle olur diye düşünürüz.


Dinlemek midir dostluk? Paylaşmak mıdır acıyı, tatlıyı? Paylaşabilmekle orantılı mıdır? Paylaşmanın kalitesi yükseldikçe, artar mı dostluk bağları?


“Gözden ırak olan gönülden de ırak olur” derler. Yıllar sonra bir araya gelen dostların, bırakılan yerden başlamaları nasıl açıklanabilir? Aşk’ın mekânı gönül ise dostluğun yeri gönülden daha da derinde midir? Dost, aşk’a karşı her zaman bir – sıfır önde midir? Kim dostuna karşı, aşkını silip atabilir? Aşk, yitirilince tekrar bulunur mu? Peki ya, dostluğun alternatifi olur mu?


Karnını, kazma ile bel ile yarsan da, yüzünü tırnak ile el ile yırtsan da, yine de seni, gül ile karşılayan, toprak gibi dostu olanlardan olmak neye karşı feda edilebilir? Böyle bir dostluğun karşısında hangi aşk paha edebilir?


Dost bildiğinin, dost olamayacağını anladığında, onun yeni unvanı nedir? Tanınmayan birisi midir? Yoksa istenmeyen kişi midir? Dostluğun bittiği en dip noktadan, hangi sebeple geri dönülebilir? Bir süre sonra, geçmişteki tartışmaların temelinde, başka bir fedakârlık yattığı anlaşılırsa, bu dostluğun değeri ne yücedir.


Ve anladım ki…


İnsan dostuyla, dostluğuyla yücelir. Hak ettiği dostluk, yine kendisine denktir. Çünkü aynadaki, ta kendisidir!



Dost, “toprak” gibi olmalı!

Baba Olmak

Heyt be!  ne namlı, ne şanlı bir duygudur baba olmak. Artık ölesiye koruyacağın birisi vardır hayatında. Evlât, babasının kanatlarının altından başka yeri olmayandır. Saçının teli için yakamayacağın can, ezemeyeceğin mekân yoktur. Yoktur da durduğun yerden babalık yapmak zordur, baba olmanın zorluğunu bilene!


 


İşin varsa, evine ekmek getirebiliyorsan, evladının istediğini alabiliyorsan ilk başlarda kolaydır babalık. Ya yoksa işin, ekmek için el açıyorsan, ne zordur babalık? Sevmek yeterli midir evladı, ona dokunanı dövmek yeterlimidir? Gelecek hazırlayamıyorsan bile, zerre kadar eksilir mi babalık?


 


Türk toplumunda çok ağır bir iştir baba olmak. Çok ağır. Toplum değil, kişi yükler bu görevi kendine. Evladın gözünde ne büyüktür baba, ne emsalsizdir değil mi? Taa küçükken başlar “Benim babam senin babanı döver” sözleri. “kendim için bir şey istiyorsam namerdim” sözü, evlat için söylendiğinde doğrudur sadece. Bütün babalar dua eder evladı için, yalvarır Yaradan’a “Allah’ım ömrümden ömür al, ver evladıma. Onun acısını bana yaşatma. Âmin”


 


Baba olmak gurur vericidir. Dudağının sol tarafını hafifçe kaldırıp kibirle, kendini beğenmişlik içinde gülmek masumdur da. Bir haktır hatta. Böyle bir kibir, günah da değil ayıp da. Uyuyan evladı izlemek, “gözü dayısına, burnu halasına çekmiş” demek, kendinden izler aramak ve “evet, tıpkı ben…” demek ne doyumsuzdur.


 


Hâlbuki yeni doğduğunda evladın kimseyle alakası yoktur. Bebektir sadece, çok değişecek bir bebek. Kendisiyle birlikte kişiliği de büyür evladın. Hiçbir yere konduramazsın onu, onurlu ve gururlu olsun, hep doğrucu olsun, aldanmasın, aldatmasın istersin. Yalan söylemesine ihtimal bile vermezsin. “Söz, arkadaş olacağım seninle”,”Söz, hep yanında olacağım senin”,” sen, en kıymetlimsin benim” dersin. Adını ne koyacağız tartışmaları, ilk hastaneye götürdüğün o an, annesinin susturamadığı o ağlamalar birer birer gelir ve geçer.


 


Emekliyordur artık ve yürümüştür. İlk “baba” deyişini beklersin. “Baba” der ama mama ister aslında. Bir anda oluverir her şey. Günler, aylar değişir ve hatta yıllar geçer hızlıca. “Adı ne olsun?” tartışmaları çok geride kalmıştır artık.


 


Evlat büyüdükçe, her şey yavaş yavaş endişeye dönüşmeye başlar. Yeni duygular yaşamaya başlar baba. Heyecanlanır, endişelenir, merak eder, daha çok çalışmak, gelecek hazırlamak ister evladına. Daha tedirgin olması gereken baba, evladının büyümesiyle daha da güçlenir aslında. Evladının, hayatı doyasıya yaşamasını ister, kıyamaz asla. Korkar, ya ezbere birkaç şiir bilmezse, ya korkarsa sevdiğine okumaktan, ya “seni seviyorum” diyemezse, ya utanırsa ağlamaktan, ya yaşayamazsa hayatı bildiğince. Belki, bu kadar endişe de boşuna. Boşuna korkuyorum. Korkuyorum, babalık işte…


 


Kızımla yaşadığım hatıraları zihnimin en derinlerine kazıyorum. Musalla taşına yatmadan önce, izlemeyi umduğum son film karesine, onun gülüşlerini yerleştiriyorum. O doğduğundan buyana söylediğim, son nefesimi verirken söyleyemesem bile hissedeceğim duygularımı, hep artan bir şiddetle yaşıyorum. “Hiçbir zaman sevgisine doyamadığım canım kızım, seni, bana bağışlayan Allah’ıma şükürler olsun. Seni çok seviyorum.”


Özkan DEMİR (2011)



Baba Olmak

18 Mart 2013 Pazartesi

Nesle Şekil Veren Öğretmeniz Biz

Bir hafta içinde üzerine lapa lapa kar yağmış gibi ağaran saçlarını iki eliyle sımsıkı kavramış derin derin düşünüyordu, her zaman gözlerimin içine bakarak bana yön veren babam, kendi gözlerindeki nemliliği ve ümitsizliği hissettirmemek için yüzünü benden fersah fersah kaçırıyordu.


Bana bir şeyler söylemek istercesine üst üste 2-3 defa derin nefes aldı ve tüm cesaretini toplayıp konuşmaya başladı. “Bak yavrum! Unutma ki her insan gibi bizde öleceğiz ve her büyük insan annesi veya babası bazen ikisi de elinden alınarak Büyük Yaratıcı tarafından imtihan edilir. Biliyorsun annen lösemiye yani kan kanserine yakalandı. Onu kurtarmak için canla başla çalışacağız. Allah göstermesin ona bir şey olursa sabırlı olmalısın, sen bunlara dayanabilecek olgunluktasın.” dedi. Aslında ne yaşım ne de gönlüm buna dayanabilecek olgunlukta değildi, on yaşındaki bir yürek anne sevgisi olmadan nasıl atabilirdi ki?


Kafamı yastığın altına sokup hüngür hüngür ağlarken bir yandan da yarını düşünüyordum. O kıpkırmızı yanakları ağrıdan ve sızıdan solmuş, simsiyah saçları sonbahar yaprakları gibi tek tek dökülmüş olan annemi ülkenin en iyi doktoruna götürecektik. Ben annemin tatlı tatlı gülümsemesini, gönlümü okşayan sözlerini düşünürken sızmış kalmışım.


Sabah yine vücudumun her zerresine farklı bir ses tonuyla seslenen dünyanın en güzel musikisiyle uyanmıştım. “Ahmet’im, haydi kalk yavrum, vakit geldi, gidiyoruz.” diyordu dünyalar güzeli annem. Annemin sesinin odada her yankılanışında Rabbime “Bu güzel sesi odamdan ve ruhumdan eksik etme Allahım!” diye dua dua yalvarıyordum.


Güçsüz beden ve gönülle kalktım yatağımdan, dışarıdan gelen seslerle güçsüzlüğüm bir kat daha arttı. Hemen hemen bütün mahalle kapının önündeydi, evlatlarını vatan görevine gönderiyorlarmış gibi hüzünlülerdi. En çok ta Ilgın’da kalmak zorunda kalan abilerimin anneme sarılıp uzun süre bırakmamaları beni etkilemişti.


Dört saatte kırk yıl yaşlandığım bir yolculuktan sonra, dışarıda kimsenin bir birini tanımadığı o görkemli şehrin, Başkent Ankara’nın kollarına atmıştık kendimizi. Doktorun muayehanesini bulmak hiç de zor olmadı, babam her zamanki gibi her şeyin tedbirini önceden almış, evden çıkmadan adresi en ince ayrıntısına kadar öğrenmişti. lakin boşa harcayacak bir saniye bile yoktu, işin sonunda on dokuz senelik hayat arkadaşını kaybetme riski vardı.


Dört katlı binanın her basamağında anneciğim “of” çekiyor ve ben annemin her of çekişinde küçücük gözlerimden avuçlar dolusu yaşlar döküyordum ta ki doktorun hastalığın erken teşhis olduğunu, “interferon” adlı iğnelerin düzenli olarak kullanılmasıyla annemin uzun süre yaşayabileceğini söylemesine kadar. Hüzün gözyaşlarımız bir anda sevinç gözyaşlarına dönüşmüştü. Ama babam hala çok durgundu. Çünkü iğne ithaldi ve çok pahalıydı, her gün kullanılacak olan iğnenin tanesi 480.000 lira iken babamın maaşı sadece 700.000 liraydı. Şükürler olsun ki devletimiz o zamanda bizi yalnız bırakmadı, bir ay gecikmeli de olsa ilacın tamamını ödüyordu.


Dostlarımızın tavsiyesiyle ilacı temin edebileceğimiz bir ecza deposuna gittik. Eczacı bayanın güzelliği beni o kadar etkilemişti ki onu ilk anda anneme benzetmiştim. Babam durumu eczacıya sesi titreyerek anlattı. Malum; yanımızda ilacı alacak kadar paramız yoktu. Zaten buraya borç alarak gelmiştik. Eczacı güzelliğine zıt bir şekilde “ilaçları veririm ama senet imzalarsınız ve parayı gününden bir gün geciktirirseniz: senedi işleme koymak zorunda kalırım.” diyordu. Babam buruk buruk “tamam” derken arkada annem ve ben gözyaşlarına boğuluyorduk. Eczacı kadın senedi çıkardı ve doldurmak için babamdan nüfus cüzdanını aldı, önce nüfus cüzdanına sonra babama dikkatli dikkatli baktı ve bu kez bembeyaz dişlerini gösterecek kadar gülümseyerek “Siz öğretmen misiniz?” diye sordu. Babam şaşkınlıkla sadece “Evet” diyebilmişti. Eczacı yüzü kızararak “Hocam siz benim Gümüşhane Kelkit Lisesi’nden öğretmenimsiniz. “Babam olayın şokundaydı. Kadın “Ben Terzi Hüseyin’in kızıyım, tanıdınız mı?” Bir an için şoktan kurtulan babam “Evet” dedi. “Tanıdım, ismin Hülya’ydı, öyle değil mi?” Biraz önce karşısında babamın sesinin titrediği kadın şimdi adeta kekeliyordu. “Evet hocam, hiç değişmemişsiniz, hala hafızanız çok iyi. İnanın hocam, ben tarih dersini, Atatürkleri, Fatihleri sizin sayenizde sevdim.” Kadın babamın elini benim bile hiç öpmediğim kadar saygıyla öptü ve utana sıkıla “Biraz önce söylediklerim için özür diliyorum hocam, affedin beni, senede gerek yok, ilaçlarınızı hemen hazırlatıp postaya veriyorum siz endişe etmeyin ve parayı ne zaman isterseniz o zaman gönderin hatta hiç göndermeyin önemli değil, siz ve sizin gibi öğretmenlerimiz olmasa ben buralarda olamazdım. Babamın yüzündeki yorgunluk terleri gurur gözyaşlarıyla karışmıştı artık.


Ortalık biraz durulup babamla eczacının anılara dair sohbeti bittikten sonra yavaş yavaş yola koyulduk. Ilgına dört saatlik ama bu kez daha rahat ve daha huzurlu bir yolculuğumuz vardı. Artık bende maaşının az olduğundan şikayet eden öğretmenlere babam gibi sert çıkmaya karar vermiştim. Hayatımın her saniyesinde yanımda olan hayat öğretmenim babam, maaşından şikayet eden birkaç arkadaşına “Biz öğretmeniz, bu işi para için değil hizmet için yaparız, insanlara bir şeyler öğreterek yardım edebilirsek, geçim olarak Rabbimiz bize kapılarını sonuna kadar açacaktır.” demişti. Bu son olayla babamın bu sözünü çok daha iyi anlamıştım.


Benim de kararım kavileşmişti. Babam gibi halka hizmet eden, ettiren, kendisinden çok başkalarını düşünen ve öğrencileri için gecesini gündüzüne katan bir öğretmen olacaktım hatta hayatım boyunca düstur edeceğim bilgeliği de bulmuştum. “ÖNEMLİ OLAN MADDİYAT DEĞİL, O TERTEMİZ HAMURLARI EN İYİ ŞEKİLDE İŞLEYİP, GELECEĞİN YOKUŞ VE DİKENLİ YOLLARINA HAZIRLAMAKTIR.”


Ahmet KARA (2002)



Nesle Şekil Veren Öğretmeniz Biz

Vatan Şehidi

Vatan borç emanet dedim,

Kuşandım mermimi, silahımı

Gece ayazında dimdik

Ayaktayım vatanım için.


Bayrağım hep göklerde

Anlı, şanlı dalgalansın

İnmesin hiç yerlere

Beklerim vatan için cephede.


Bir avuç toprağını vermem

Kanımın son damlasında

Kanım canım sana feda

Vatan sağ olsun.


Hain bir kurşun

Ateş düşürdü yüreklere

Anam, babam, kardeşim,

Eşim, dostum yandı ciğerler.


Anam “yüreğim yanıyor

Şehit düştü oğlum”, diyor.

Dalgalan göklerde

Ey nazlı hilal.


Anam “oğlumun kanıyla

Can verdim, güç verdim.

Sakın alçaklara inme

Vatan sağ olsun” diyor.


Sibel GÜLSÜN (10.Sınıf)



Vatan Şehidi

16 Mart 2013 Cumartesi

Gecikmiş Bir Elveda

Yıl 2005, yine bir sonbahar geldi kapımıza… Okulu özleyip koşuşturduğumuz günlerin üzerinden çok yıllar geçti… Bazen hiçbir şey değişmedi diye düşünsem de itiraf etmeliyim ki artık büyüdüm. Artık bulutlara çıkıp oturmayacağımı, onların pamuktan yapılmadığını ve tostoparlak ayıcıkların, sevimli yaratıkların yaşamadığını biliyorum. (bunları öğrenmek çok acı vermiştir aslında bana. Hayallerin yıkılması gibi…)


Oysa her Eylül onca darlığa rağmen babamın aldığı defteri kitabı ablamla oturup büyük bir titizlikle kapladığımız günleri özlediğimin farkındayım. Renkli kağıtlarımız olsa, bir de gıcır gıcır güzel yazı defterim, ben tutsam da ablam da bantlasa… Sobanın başına geçsek… Annemin mandalina portakal soyup yedirdiği, sobaya her dokunma teşebbüsümde “yavrum elleme” deyişi geliyor gözümün önüne. (Değişmeyen sadece annem kaldı belki de. Yıllardır aynı şefkati taşıyor yüreğinde. Bana hala tüm içtenliğiyle “yavrum” diyor, büyüsem de o inanmıyor.)


Soba diyordum değil mi? kış günleri kıpkırmızı burunla, koynum kar dolmuşken başında az teselli bulmadım o sobanın. Mahalledeki macera dolu kar savaşına tüm varlığımla girişmiş, en güzel kar toplarını yapıp saldırıya geçmişimdir. De ayazdan tınmamışımdır. Soğuk bir tek çocuklara güç yetiremiyor olsa gerek. Hiç üşümezdim… Kar mı çok yağardı yoksa ben mi küçüktüm bilmiyorum ama çok kar vardı. Kızak kayıp oynayacak kadar, üstüne boylu boyunca atlayıverince canım acımayacak kadar. Sanki karlarla kaplı uçsuz bucaksız boş alanları vardı şehrin eskiden, soluğum kesilinceye dek koşacak kadar…


Büyüdüm, kar yağmıyor. Belkide yağacak yer bulamıyor kendine. İnsanlar, binalar, arabalar ve tutunamayacağını bildiği işlek yollar… Neden yağsın ki? Daha masum bir yerlere göçtü belki de. Bilmediğimiz bir yere, belki çocukluğumuzun temiz yürekli dünyasına. Bulutların pamuk zannedildiği, pastel boyaların özgürce kullanıldığı, kaybolmasın diye silgilerin boyuna takıldığı, bir susam sokağı dünyasında kaldı o lapa lapa karlar…


Her kar tanesini bir melek indirirmiş ya yeryüzüne, belki de artık meleklerde uğramıyor bu şehre…


Ne yazsan ne söylesem boş, çocukluğum geri dönmeyecek. O hayal dünyasından çıkıp yetişkinlerin yaşadığı bu dünyaya adım atalı, kendi içimde gurbetteyim. Sen, ben, o , hepimiz öyle. Artık anneler “dokunma yanarsın” dese de insanlar bile bile ateşe atlıyormuş; gördüm. Depremler, savaşlar, ayrılıklar, ölümler gördüm. Ve  Söylemenin  zamanı geldi de geçiyor bile. Gecikmiş bir elveda sana çocukluğum…


Ayşe ÖZTEKİN


 



Gecikmiş Bir Elveda

Düşler Sokağı

“Bana bir masal anlat baba

İçinde denizle balıklar

Yağmurla kar olsun güneşle ay…”


Kimi zaman bir çocuğun babasına yakarışlarında, kimi zaman aksakallı bir dedenin dudaklarından dökülen nağmelerde  kimi zamansa hani şu eskilerin dilinden düşüremediği uzun kış geceleri vardır ya işte oradaki hoş sohbetlerdedir masal. Yani hem gerçekliği hem de olağanüstülüğüyle hayatın bir köşesinde belki de en derin yerindedir masal. “Bir varmış bir yokmuş ile başlar” yaşamla ölüm arasındaki ilişkiyi bir çırpıda açıklayıverir bize. İnsanoğlu değil mi ki bir var olan bir de yok… Bakın gördünüz mü masal hayatın ta kendisi işte. Bir varmış bir yokmuş, sizi tam hayatın gerçek yüzü ile Uyuyan Güzeli’yle, Pamuk Prensesi’yle, Keloğlanı’yl, perisiyle, cadısıyla tam bir hayal ülkesindesiniz. Bu ülkede öyle güzel düşlere dalarsınız ki Uyuyan Güzel vari hiç  uyanmasak, hep burada yaşasak dersiniz…


Bu düşleri size yaşatan, bazen sevdiklerinizin dudaklarından dökülen sözcükler, bazen de elinizden düşüremediğiniz kitaplarınızdır. Bu konuda Türk Edebiyatı‘nın ve edebiyatçıların hakkını bir kez daha verelim isterseniz. Türk zeka gücünün en büyük timsali olan Keloğlan’ıyla, Kocakarısı’yla, cinleri ve perileriyle eğitici ve öğretici masallarımız anonim edebiyatımızda geniş yer tutar.


Bize özgü masallarımızın yanı sıra çeviri ve uyarlama yoluyla Türkçe’ye kazandırılan Bin Bir Gece Masalları, Bin Bir Gün Masalları, Kırk Vezir Hikayesi gibi eserler, hem sevilerek okunmuş hem de Türk Halk Masalları‘nı konu ve motif bakımından etkilemiştir. Türk masallarını derleme, yayımlama ve inceleme çalışmaları bilhassa Cumhuriyet döneminde yoğunlaşmıştır ve başta Pertev Naili Boratav olmak üzere Ziya Gökalp, Eflatun Cem Güney, Tahir Alansu, Mehmet Tuğrul gibi yazar ve araştırmacılar Türk Masalları üzerine derleme ve inceleme yapmışlardır. Tüm bu çalışmalar göstermiştir ki, halk masalları bir millet için zengin hazinelerdir. Halk medeniyetinin eski izlerini, masallardan kısmen çıkarmak olanağı vardır. Öyle ki, bir milletin tespit edilmiş bir masalına, memleketin başka bir köşesinde rastlanması ve hatta aynı masalın çok az bir farkla başka uluslarda da yaşamakta olması, bunların çok geniş alanlara yayıldıklarının dolayısıyla da çok eski ve köklü bir geçmişin mirası olduğunun açık bir göstergesidir.


Üzücü bir nokta var ki, maalesef yetişkinler bize bırakılan mirasın pek de farkında değil. İçimizdeki çocuğu öldürüyoruz da ondan mıdır bilinmez ama masalın sadece çocuklara özgü olduğunu düşünüyoruz. Hatta bazen daha da acımasız olup birbirimize kızgınlıklarımızı; “Bana masal anlatma!” diyerek haykırıyoruz. Ne yazık! Masalın çocukların renkli dünyasında geniş bir yer kapladığı büyük bir gerçek; ama bu demek değil ki masalın renkli ışıklarıyla biz yetişkinler de aydınlanmayalım. emin olun bu ışıklar hayatın karanlık yüzüyle karşılaştığınızda sizin de önünüzü aydınlatacaktır. Gelin hep birlikte hayatın karanlık yüzünü bir kenara atalım ve düşler sokağını keşfe çıkalım…


F.Nilgün ÜNAL

Gazi Ünv.



Düşler Sokağı

15 Mart 2013 Cuma

Ben Bir İnsanım

Cana kıymayı bir başarı sanan zihniyetlere sesleniyorum. Kendinizi, yüreğinizde sevginizi barındırdığınız insanları tecrit ederek savaş gibi iğrenç bir işin parçası nasıl olabiliyorsunuz? Atılan her bir bombanın, merminin ciğerinize değeceğini bilseydiniz; kan akıtmakta aynı cömertliği gösterebilir miydiniz?


Peki, kazancınız ne? Bir avuç toprak mı, maden mi, petrol mü? Kaybettiğiniz insanlığınız karşısında bunları mı aldınız? Hayır. Sadece bunları değil. Annelerin ciğerini, doğmamış bebeklerin soluklarını, savaş araçlarına salıncak yapmış çocukların hayallerini de aldınız. Susuz bıraktığınız, açlıktan nefesleri kokan insanların ölümü istedikleri duaları kabul ettiniz. Böyle iğrenç bir işin parçası olmaktansa bin parça olmayı tercih ederim.


Dünyada oluşturdukları cehennemin şeytanları; insanlığa bu kadar acıyı yaşatmaya hakkınız yok. Hissetmeyi unutmuş yüreğinize aklınıza bunu yerleştirin: İnsan insan olduğu için güzeldir, özeldir. Dili, dini, ırkı ne olursa olsun çocuk her yerde çocuktur ve her annenin döktüğü gözyaşının rengi, acısı aynıdır.


Ben bir Türk’üm, Çerkez’im, Arap’ım, Kürt’üm, Gürcü’yüm ne fark eder. Ben bir İNSANIM.



Ben Bir İnsanım

14 Mart 2013 Perşembe

Yokluğunun Resmi

Ey yeşil gözlüm, söz dinlemiyor artık caddelere, sokaklara yağan yağmur. Gün batıyor kavuşuyor iki sevgili, denizler dağlarla bir oluyor imreniyorum ve ya biz diyorum biz…


Yıldızlar altında rengarenk ışıklar yanıyor ve boşalırcasına yağıyor yağmur. Ben bir başıma yürüyorum ıssız sokaklarda, arıyorum yanımda seni bulamıyorum; küçük bir tebessümle devam ediyorum, bir yandan da göz yaşlarım geliyor aldırmıyorum. Kaldırımlara bakıyorum üzerinde kalan izlerimiz üşümüş ve kaybolmaya yüz tutmuş. Derin kederli çizgiler kaplamış yüzünü, diriliğini kaybetmiş bize ağlıyor kaldırımlar.


Bak son yağmurda düştü üzerine göz yaşları sel oldu kaldırımların, hüzünle bakar oldu bana, sonra efkarlandı ve senin için ağladı. Ben de düşlerimi yasladım ona, sen gittiğinden beri sırdaşım oldu; benimle ağlayıp benimle güldü. Hüzün damıtırken beraber kendimi göz yaşlarımdan boğmamı istemedi, yaşa dedi. Kovaladım yokluğunu ben de mavi bulutlara basarak, yine de olmadı puslu bir yerde kaybettim yüzünü; avuçlarım kor doldu göremedim zeytin yeşili gözlerini istedim göremedim.


Geceler anlar dedim beni ve inanmak istedim buna. Sağ tarafımda yokluğun var uzanmış bir köşede bana aldırmadan yatıyor, sol yanımda ise saçların, buğday sarısı saçların okşamak istiyorum hayale dalıp; ama bir anda bitiyor, öylesine kalıyorum yalnızlığımla baş başa. Gözlerin geliyor aklıma düşünüyorum seni, nedendir bilmem bir türlü denizleri taşıramıyorum; geceler eriyor birdenbire ne olduğunu anlayamıyorum sular ateşi söndürüyor ve sayıklayarak kalkıyorum yerimden yakıyorum bir sigara, özlüyorum seni hasretin mıhlanıyor derinlerime söküp de atamıyorum. Geceler de anlamıyor beni senin gibi…


Dayanmak istiyorum; fakat gücüm yetmiyor buna. Dallarım kırılıyor, umutlarım kanıyor, gündüzde gecede bir olamıyorum seninle. Gülüşlerimizin geçtiği yolları ateşe vermek, duygularımı perme perişan edip, köskötürüm bir yana atmak istiyorum. Aklıma geliyorsun yapamıyorum; çünkü, sen benim için umutlu ve serin esen, beni alıp başka diyarlara götüren, yandığım ateşi körükleyen, ateşimi gök mavisine çeviren bir Ankara rüzgarıydın.


Uzaklardasın şimdi, yağmurlu bu şehirde yalnız başıma o rüzgarı arıyorum bilemem nerede; yorulsam da bitap düşsemde arıyorum. Sokaklar, köşe başları benim; her yerde gözlerimin ışığını yakarak seni bekliyorum ve seni bulacağım günü ama her geçen gün erimeme neden, yavaş yavaş tükeniyorum.


Sensizliğime ağlıyorum şimdi, bir yandan da rengimi arıyorum,güllerimi yeniden yeşertmeye ve dünyayla barışmaya çalışıyorum. Sende bunu isterdin zaten, mutlu olmamı ama bilemezdin ki sensiz olmanın mutluluk olmadığını!


Karanlık bir yerdeyim şimdi; bir başına; yapayalnız. Gözlerim semadaki bulutlara takılıyor, yıldızlar yoldaş onlara biraz olsun gecenin karanlığında aydınlanıyorum. Yıldızlar kayıyor semada o dakika içim burkuluyor, gözlerim doluyor engel olamıyorum. Sabah olup ezanlar okunuyor yıldızlar çekip gidiyor, kalıyor gökte ay yalnızlığıyla sonunda biliyor ki yıldızın kendine geleceğini, yolunu bekliyor usanmaksızın…


Ben ne yapayım şimdi önümde boylu boyunca uzanan uzun bir yol, bir ucunda ben bir ucunda umut ve beklenen günler şimdi gel sen söyle nasıl yapayım, biçare oluşumu hangi nedenle yok edeyim, haydi söyle hangisini seçeyim?


Şimdi hayatımda varlığınla yokluğun can çekişiyor hangisi galip gelir bilmiyorum. Sana artık son sözü söylüyorum, ne zamandan beri yolunu beklerim gözlerimin fitilini yakarak dönmedin ey güzel sevgili, dönmedin bilmem ki ne desem sana? Paslanıyor artık içimdeki acılar, bir yandan da hüznünden çürüyor yok oluyor ve sigaram bitiyor dumanı tüten bir Ankara gecesi. Suçlusu da sen değilsin. Nerden bileceksin sen, sensiz yaşamayı, sana özlem duymayı ve seni buruşturup bir köşeye atmayı bana öğretemediğini, nereden bileceksin!


Seni unutmak bundan sonra yalnızca bir gerekçe, tarifi olmayan tanımsız acılardan ve serzenişlerden kurtulmak için seçilen en basit kaçış, ama basitliği bir yanılsama; aslında imkansızlığın en uç noktası.


Anladım ki bundan sonrası yok bizim için, umutlarım tükendi; soldu her şey bire bire, ölü toprağı, serpildi üzerime sen devam et esrarlı uykuna gülüm. Son kelimelerim dökülürken dilimden gözyaşlarıyla senin için, sana veda bir başıma kalmışlığımla bu son elveda…


Ersun GÖKKAYA



Yokluğunun Resmi

Çanakkale Zaferi Günün Anlam ve Önemi Konuşması

Sayın müdürüm,değerli meslektaşlarım, sevgili gençler;


Bugün, bir milletin varoluş mücadelesi olan Çanakkale Zaferi’nin 98. Yıldönümünü kutlamak ve kutsal vatanımız için canlarını feda eden şehitlerimizin Şehitler Günü’nü idrak etmek için toplanmış bulunmaktayız.


Çanakkale, şanlı tarihimizin kahramanlık destanlarından biridir. Bu zaferin, milletimizin tarihinde ayrı bir yeri ve önemi vardır.Çanakkale Zaferi,dünya tarihinde bir dönüm noktasının yaşandığı,güç dengelerinin değiştiği,milli mücadelemizin ilk meşalesinin tutuşturulduğu,Türk ulusunun kahramanlık ve fedekarlığının zirveye ulaştığı,kısacası,azmin mücadelesi olmuştur.Çanakkale öyle bir mücadeledir ki,savaşlarda yorgun düşmüş bir milletin, milli mücadelesinin önemli bir bölümünü teşkil etmiş,Gelibolu’da yarattığı Atatürk’ü,milletin geleceğe ait vazgeçilmez önderi yapmıştır.


Çanakkale’de Türk ordusu ile düşman askerleri arasında aylarca süren çok kanlı kara ve deniz savaşları yapılmıştır.Türk donanmasının Nusret Mayın Gemisi pek çok düşman gemisini sulara gömmüştür.Kahraman mehmetçik ise Anafartalarda,Gelibolu Yarımadasında,akılalmaz kahramanlıkla düşmanı büyük bir yenilgiye uğratmıştır.Eğer bu savaşı kaybetmiş olsaydık,İstanbul derhal işgal edilecek,Anadolu kısa sürede parçalanacak ve Türk Devleti ortadan kalkacaktı.Bunun içindir ki,Çanakkale bir ölüm kalım savaşı olmuştur.Bütün bir milletin zafere odaklanarak ‘’Ya zafer Ya ölüm’’ dediği yerdir.


Sonuç olarak söylemek gerekirse, Çanakkale Zaferi vatanın bütünlüğü ve ulusun bağımsızlığı söz konusu olduğunda,Türk Milletinin neler başarabileceğinin en güzel kanıtıdır.


Sözlerime burada son verirken,bizlere bu büyük zaferin gururunu yaşatan, başta ulu önder ,M.Kemal Atatürk ve onun silah arkadaşları olmak üzere,bu mücadeleye katılan tüm şehitlerimizi bir kez daha rahmet ve şükranla anıyor,ruhları şad olsun diyorum.


Lütfi DEMİR

Tarih Öğretmeni



Çanakkale Zaferi Günün Anlam ve Önemi Konuşması

İki Hece

Sevgi iki hece,

Kimi için alenen kimi için gizlice,

Bazen okul köşelerinde

Bazende saatlerce baktığım sevgilinin gözlerinde,

Ama her zaman mutlaka bir yerde.

Ya sever sevilmez,

Ya sevilir sevmez,

Ya da seven sevene,

Ama tüm bunlardan kime ne?

Candan sevip vuslata erende olmuş,

Aşkından Mecnun‘a dönen de…
Aşk artık eskisi gibi değil.

Yarin dudağındaki al,

Yanağındaki gül değil.

Düşlerimi süsleyen beyaz bir hayal değil.

Çatlamış toprağın suya kanışı,

Rüzgarın ılık okşaması, ateşin sıcaklığı hiç değil.

Kalpler kararmış, el goncalanmış.

Yar, yareni unutup hülyaya dalmış.

Sevdanın yerini unutup hülyaya dalmış.

Sevdanın yerini şan şöhret almış.

Onca yaşananlar sanki yalanmış

Halinden sevenin mısralar anlar.

Bu derde deva bulamaz doktorlar.

Duysun Ummanlar duysun sahralar,

Aşktır bu uğurda gözyaşım ağlar.


İrfan KOCA



İki Hece