21 Mart 2013 Perşembe

Yağmurla Gelen

Tam bir saat oldu o dokunalı yeryüzüne. Hiç şahit olmamıştım yelkovanın akreple olan bu amansız yarışına. Yarışa rağmen sanki tanımıyorlar, umursamıyorlar birbirlerini. Ama yine de hızlılar hep onun akışına umarsız kalan insanoğluna akınca yağmura inat. Ama yağmur daha vakur daha gururlu.


Çünkü biliyor hayata, aynalara ve her şeye rağmen sıcacık sobanın başındaki ninenin kendi kadar yaşlı camına koşacağını, onun her gelişiyle.


Çünkü biliyor kendi kadar bıkkın sandalyesinde sallanan dedenin, camını tıklayanın sadece o olduğunu.


Ve biliyor yağmur, kendini her şeyin üstünde gören insanoğlu için anlamının ne olduğunu.


Hüzündür yağmur insanoğlu için ve her gelişinde bu davetsiz misafiri hüznün kimsesizler sahilinde ağlar.


Hüzündür yağmur insanoğlu için, çünkü ona göre yağmur göğün ağlamasıdır ve o da atar kendini hüzün deryasına, derinlere daha derinlere iner ve boğulur bu deryada.


Halbuki yağmur büyütendir, tohumun toprağa gülüşünü sağlayandır. Halbuki yağmur okşayandır. Bir ananın evladına sarıldığı gibi, yer yüzüne sarılandır. Peki neden geri çeviririz bu hasretli koları? Neden açarız şemsiyemizi ona karşı?


Yoksa korkuyor muyuz? Katılaşmış yüreğimizin ıslanıp yumuşayacağından. Yoksa korkuyor muyuz?


Kalbe zorla yerleşen aşkın yağmurun küçük damlacıklarında boğulacağından?


Yoksa korkuyor muyuz? Her köşesini anılarla doldurduğumuz, meftunu olduğumuz sokağımızın küçük damlalarla akıp gideceğinden?


Beynimde bu düşünceler bir lunaparkın döner dolabı gibi dönüyordu ve ben her defasında yaşanmak istenilmeyeni yaşıyordum bir anda ona dönme gücünü veren ve ben döner dolabın en tepesinde, düşüncemin en tepesinde asılı kalıyordum. Ve dayanamadım çıkmalıydım her duvarı üzerime bir süvari gibi gelen bu odadan. Bu sözlerle boğuşan beynim çoktan hükmetmişti ayaklarıma. Ve ben dışarıdaydım artık.


İlk defa kaçmıştım süvari silüyetindeki duvarlardan. Her zamanda gladyatör olunmazdı ki canım bir sefer kaçılmalıydı. Hem erkekliğin yarısı kaçmak değil miydi? Diğer yarını görebildiğin sürece.


Cadde bomboştu. Ve alabildiğine uzundu. Çöp kutularında sanki sen de bir akşam yemeğine davet eder gibi kafasını çıkaran kedicik bile yoktu. Belki istemiyordu. Hem neden istesin ki. Misafiri ondan önce oturmuştu sofraya. Hem öyle nazlanmıyordu da küçük dünyasına, çöp kutusuna girerken kediciğin. Pencerelerde de beklememişti onu. Yemeğe de burun kıvırmamıştı hani. Hem yemek çok da güzeldi. Çünkü yemekte yağmur ve yalnızlık vardı. Yemekte yalnızlık paylaşılıyordu. Yalnızlığın bir ucunu yalnızlık bir ucunu kedicik ısırıyordu. Ara sıra yağmur ve yalnızlık kutuda valse kalkıyordu.


Bütün bu düşüncelerle, yağmurla yoğunlaşan ona bir saatini verecek kadar fedakar beynim onun benden kaçmak için çabaladığını fark edemeyecek kadar dilbesteydi ona. Hızla gelen hırçın damlalar dönüyorlardı yurtlarına her terk eden gibi terk ettiklerine. Terk ettiklerini bulamama ihtimali olsa bile yüreklerinde. Hem ne önemi vardı ki bu ihtimal en derinlere gömüldüğü sürece. Etraf iyice sessizleşti o da gitti buralardan. Geriye kalan sadece onun nazenin dokunuşu, bunu unutmamış caddeler, sokaklar ve kırmızıyım diye diye haykıran kiremitler. Ve küçük bir yağmur damlasında kendini dışarı atacak kadar yalnız, bunu olmadığına kendini inandıracak kadar yalancı ben, yalancı kedicik ve yalancı bizlerdik geriye kalan.


F.Nur TÜRKMEN



Yağmurla Gelen

0 yorum:

Yorum Gönder